Dr. Öğr. Üyesi Ruhi KARA
Asuman ÖZKAN
ERZİNCAN MASALLARI
Masallar halk kültürümüzün en eski sözlü anlatım türüdür. Masallarda bir milletin yaşayış biçimini, kültürünü ve folklor değerlerini bulmak mümkündür. Tamamen hayal ürünü olan masallar dinleyiciyi inandırma iddiası yoktur.
“Halk arasında yüzyıllardan beri anlatılmakta olan ve içinde olağanüstü olayların bulunduğu bir varmış bir yokmuş gibi klişe bir anlatımla başlayan, belli bir uzunluğu olan, sonunda yedi içti muratlarına erdiler yahut onlar erdi muratlarına biz çıkalım kerevetine, gökten üç elma düştü biri anlatana, biri dinleyene, biri de bana gibi belirli sözlerle sona eren, zaman ve mekan kavramlarıyla kayıtlı olmayan biz sözlü anlatım türü. (Seyidoğlu,1985)
“Kahramanlarından bazıları hayvanlar ve tabiatüstü varlıklar olan, olayları masal ülkesinde cereyan eden, hayal mahsulü olduğu halde, dinleyicileri inandırabilen, bir sözlü anlatım türüdür.” (Sakaoğlu,1999)
Erzincan masalları, öğrenci lisans tezlerinde, dergilerde, kitaplarda, il ile ilgili yapılan kültürel araştırmalarda derlenerek bir kısmı kayıt altına alınmıştır. Erzincan masalları ile ilgili ilk akademik çalışma Ruhi KARA tarafından yapılmıştır. Kara, “Erzincan Masalları” konusunda doktora tezi hazırlamış, Erzincan masallarını sözlü gelenekten yöresel ağız özelliği ile derleyerek ilmî metotlara göre incelemiştir (Kara, 1996).
Erzincan masalları ile ilgili ikinci akademik çalışma Asuman ÖZKAN tarafından yapılmıştır. Özkan, “Karakter Özellikleri İtibariyle Erzincan Masallarında Tipler ” Konusunda bir yüksek Lisans tezi hazırlamıştır:
“Bu çalışmada, Erzincan masallarında yer alan kahramanların karakter özellikleri itibariyle değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda yetmiş tane Erzincan masalı ele alınmıştır. Masallarda yer alan kahramanlar incelenmiştir. Belirlenen on karakter özelliğine göre kahramanlar analiz edilmiştir. İncelenen bu kahramanlar aslî ve yardımcı kahramanlar olarak birbirinden ayrılmıştır. Aslî kahramanlar tek tek incelenip karakter çerçeveleri saptanmış, olumlu olumsuz olarak değerlendirilmiştir. Daha sonra masallarda öne çıkan olumlu değerlerin hangisinin daha fazla vurgulandığı saptanmıştır. Söz konusu olan masallar ve karakterleri bir bütün içinde değerlendirebilmek amacıyla çalışılan yörenin, sahanın özellikleri, masal ve masalların özellikleri, karakter ve karakterlerin özellikleri hakkında genel bilgiler ele alınarak incelenmiştir.
Bu araştırmada elde edilen bulgular neticesinde Erzincan masal kahramanlarında en fazla yardımseverlik karakter özelliğinin görüldüğü saptanmıştır. Yardımseverliği doğruluk, sabır ve özgüven takip etmiştir. Yaşanılan yörenin doğal afetlere maruz kaldığı, çok fazla göç verdiği düşünülecek olursa yardımseverlik karakter özelliğinin coğrafî şartlarla olan ilgisi de gün yüzüne çıkmaktadır. Aslî kahramanlarda en az rastlanan karakter özelliği de özdenetim ve saygı karakter özelliği olmuştur. ” (Özkan, 2008)
ERZİNCAN MASALLARINI DERLEME ŞEKLİ
“Folklor ve halk edebiyatı yönünden oldukça zengin olan Erzincan'da gün geçtikçe unutulup kaybolmakta olan masallar konusunda çalışma yapmaya karar verdim.
Beni bu konuda derleme ve araştırma yapmaya sevk eden, ilimizde halk edebiyatı ve folklor konusunda araştırma ve inceleme yapanlara yardımcı olan emekli öğretmen Mustafa Uçar olmuştur. Kendisi Erzincan halk oyunları ve halk müziği alanında çalışma yapmış, bu sahaya önemli katkılarda bulunmuştur.
Emekli öğretmen Mustafa Uçar, Erzincan masallarının gün geçtikçe unutulduğunu, çoğunun masal özelliğini yitirdiğini; bilenlerin de her gün azalarak vefat ettiğini, derleme hususunda geç kalındığı ile ilgili zaman zaman telkinlerde bulundu. Bu sözlü malzemenin daha fazla zaman kaybetmeden derlenmesi gerektiğini, bunun millî bir görev olduğunu belirterek, beni masallar konusunda derleme yapmaya sevk etti.
Sahaya çıkmadan önce, bölge ile ilgili yayınlanmış kitaplan, dergileri, öğrenci tezlerini ve arşivleri gözden geçirdim. Yapılan çalışmalarda; kitap ve dergilerde yeteri kadar masal metnine yer verilmediğini gördüm. Öğrenci tezlerinde yeterli olmasa bile tahmin ettiğimizin üzerinde masal çalışmalarıyla karşılaştım. Bu çalışmalar giriş bölümünde kronolojik olarak verildi.
Masal denemeleri öncesi sahaya çıkmadan önce, derleme metotları hususunda yayınlanan eserleri araştırarak inceledim. Kenneth S. Goldstein'in "Sahada Folklor Derleme Metotları" Saim Sakaoğlu'nun "Sahada Derleme Metotları" ve Muhan Bali'nin "Halk Edebiyatına Giriş Derleme Metotları"ndan faydalandım. Ayrıca Ziya Gökalp’in Küçük Mecmua'da neşretmiş olduğu "Usullere Dair: Halkıyat-ı Masallar" adlı makalesinde masalların derlenmesinde nelere dikkat edilmesi hususunda çok önemli bilgiler vermektedir:
"Halk masalı her masal söyleyenden alınmaz. Çünkü masalın kendine mahsus bir tâbirleri, kendine mahsus lisanı vardır. Masalları hususi tabirleriyle, hususi şivesiyle nakleden ancak ocaktan yetişme masalcıdır. Masallar eski ozanlığın kadınlarda devam eden kısmıdır. Ozanlık babadan oğula kaldığı gibi, masalcılık da anneden kıza intikal eder. Erkek masalcılar varsa da ekseriya masallar kadın cinsindendir. Masalcı kendi sahasında bir nevi sanatkârdır. Ağzından çıkan bile değiştirilmemelidir. Masal ağızlardan nasıl çıkarsa aynen zapt edilmelidir. Hakiki masalcının iki üç masalı başkalarından alınacak binlerce masala müreccahtır. Binâenaleyh, halkıyatçılar bir hakiki masalcıya tesadüf ettiler mi onun bütün masallarını zapt ederler. Başkalarındaki masallara kulak bile asmazlar.
...Bir masal zapt eden bunu hangi kasabanın veya köyün mahallesinden ve hangi kuryeden zapt ettiğini kaydetmelidir. Bu adam Türkmen mi, Yörük mü yoksa bu gibi unvanlardan haiz olmayan Türk mü? Eğer henüz il hayatı yaşayanlardansa hangi ilden ve hangi boydan olduğunu da göstermek lâzım gelir. Masalları zapt eden, masalcının ilinden, boyundan başka içtimai vaziyeti, seciyyesi hüviyetini de defterine kaydetmelidir. Masalcı masalı kimden almış ve o da kimden almış, mümkünse bunları da zincirleme olarak yazmalı, ta ki elde edilen masalın hangi zümreye mensup olduğu ve hangi şahıstan alındığı tamamiyle malum olsun."
Masal derlemelerimizde, Ziya Gökalp'in işaret ettiği masal derleme usullerine riayet edilmiş; masal metinleri birinci ağızdan, yöre ağız özelliği bozulmadan olduğu gibi yazıya geçirilmiştir.
Erzincan yöresinde önceden derleme çalışması yaptığım için, bölgede derlemeye nereden, nasıl başlanacağını biliyordum. Kaymakamlıklar vasıtasıyla merkeze uzak köylere gönderdiğim derleme fişlerine iki öğretmen cevap verdi. Masalların derlenmesinde de aynı yolu izledim. Fakat yine olumlu bir sonuç alamadım. Şehir merkezine uzak olan köylerde işsizlik ve güvenlik dolayısıyla büyük şehirlere göçün yaşandığı'', bu tip malzeme derlenerek kaynak kişilerin bulunmadığını, köyde olanların da bu hususta bilgi sahibi olmadıklarını öğrendim.
Masalların çoğunu üç masal anasından tespit ettim. Üç bayandan kırk sekiz masal derledim. Diğer masalları da sekiz bayan, üç erkek masalcıdan tespit ettim. Bayan masalcıların yedisi kırk beş yaşın üzerinde olup, okuma-yazmaları yoktur. Bir bayan masalcı ilkokul mezunu; üç bayan masalcı yirmi beş yaşın üzerinde olup, lise mezunudur. Erkek masalcılar altmış beş yaşın üzerinde olup, ikisi ilkokul mezunu, biri yüksek okul mezunudur.
Yöremizden bayan masalcılardan bantla malzeme tespiti zor olsa da bayan arkadaşlarımızın yardımıyla onlara ulaşarak masalları derledik. Yirmi üç bantla yüz elliye yakın masal derlendi. Bunlardan masal özelliği taşıyan, bozulmayan yetmiş tanesini inceledik.
Masal derlemesinde kış mevsimini seçtim. Çünkü, köylerde yaz mevsiminde iş zamanında masal derlemek mümkün olmadı. Derleme için en uygun mevsim kış mevsimidir. Bölgede masal anlatıcıları kadınlardır. Erkekler masal bilmezler. Bayanların anlattığı masalların çoğunluğu kahramanı bayan olan, olağanüstü masallardır. Hatta derlediğim masallardan yirmi beş tanesinin kahramanı bayandır. Erkekler halk hikâyelerinin bozulmuş şekillerini masal diye anlattılar. Bunlar fıkra türünde, Keloğlan masalları grubuna giren güldürücü masallardır. Masal anlatan erkeklerin hemen hemen hepsinin masal anlatan bir bayandan masal öğrendiklerini tespit ettim.
Masal anlatmada hüner kadınlarındır. Masalcı bütün hünerini masalda gösterir. Hatta bazen olayın içine o kadar dalarlar ki; kendileri yaşıyormuş gibi anlatırlar. Masalın akıcılığı, dinlenirliği masalcının yetişmesine, çevresine, görgüsüne ve kültürüne bağlıdır.
Yaptığımız araştırmada şimdiye kadar Erzincan masalları konusunda yapılan çalışmalarda ve arşivlerde 278 masal tespit ettik, bizim derlediğimiz 70 masalla birlikte bu sayı 348'e çıkmıştır. Çalışmamızda tarafımızdan bantla denenen masallar incelenmiştir.
Çalışmalarımızda Tarihi-Coğrafî Metoda bağlı kalınmış, anlatıcının çevresi, eğitimi, yetişmesi, masalı kimden öğrendiği hususları belirtilmiştir. Masalların özeti verilerek dünya masalları arasındaki yeri tespit edilmiştir.
Erzincan bölgesinde yaptığımız masal denemeleri sırasında, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin gün geçtikçe unutulduğunu, bilenlerle birlikte yok olduğuna şahit oldum. Bundan böyle bozulmamış, orijinal folklor ve halk edebiyatı malzemesi bulmak ve derlemek zor olacaktır. Yaptığımız çalışma belki son olmasa bile, bir daha yapılması ve derlenmesi zor bir çalışma olacaktır. Çalışmamız sırasında masal derlediğim üç bayan masalcı, çalışma bitmeden vefat etmiştir. Onlardan aldığım malzemeyi bir yere kaydettiğim için mutluyum. Çünkü bu malzemelerin yirmi beş yıl önce anlatılanı ile şimdi anlatılanları arasında çok farklılık gördüm. Belki de bundan sonra halk bilimciler derlemeden çok, derlenen malzemeler üzerinde çalışma yapacaklardır.
Halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin gün geçmeden, bozulmadan, başka kültürlerin etkisi altında kalmadan derlenmesi gerekmektedir. Bu hususta üniversitelerimize, Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na önemli görevler düşmektedir. Yine derleme konusunda yerel yönetimler vasıtasıyla proje yarışmaları düzenlenmeli ve araştırmacılar teşvik edilerek ödüllendirilmelidir. İlgili fakültelerin bölümleri proje sunmak kaydı ile -maddi kaynak bakımından- yerel yönetimler tarafından desteklenmelidir.”(Kara,1996)
ERZİNCAN MASALLARINDAN ÖRNEKLER
BİCİLO
Köyün birinde bir anne bir oğul yaşıyormuş. Bu oğlan da çok safmış. Oğlanın adı Bicilo'ymuş. Annesi diyor ki, "Oğlum, herkes oduna gidiyor, sen de odun yap da getir yakalım," “Tamam anne, gideyim. Arkadaşlara söyle, gideyim." diyor. Bu gidiyor komşuların çocuklarına diyor ki, "Şu benim oğlumu da götürün oda odun getirsin. "Gelsin gidelim." diyorlar. Kalkıyor kadın, bunların yanına oğlunu da dahil ediyor, gidiyorlar dağa oduna. Gidiyorlar hep odun ediyorlar. " Hey Bicilo, sende odun yapsana. Dolanıyorsun." "Bana ne. Benim annem beni size kattı, benimkini de yapacaksınız." Kalkıyorlar bunun odununu da yapıyorlar, yüklüyorlar eşeklere geliyorlar. Gelip bir köye iniyorlar. Diyorlar, "Bizde yorulduk, hayvanlarda yoruldu. Bir yerde yükümüzü yıkalım. Hem biz dinlenelim, hem de hayvanlar dinlensin. Sabah olsun öyle gidelim." Bakıyorlar ki bir yerde tütün tütüyor. Diyorlar, "Gelin şu tütün tüten yere gidelim. Hem karnımızı da doyururuz." diyorlar. Bir de bakıyorlar ki bir dev kadını. Çıkıp, bunlara buyur edip, içeri alıyor. Kalkıp tepsi koyuyor, sofra koyuyor, yediriyor, içiriyor, yatırıyor. Yiyorlar içiyorlar, herkes uyuyor. Bicilo uyumuyor. "Biz yatarız, dev kadın gelir bizi yer." diyor. Dev kadın arada bir gelip bunları yokluyor. Bakıyor uyumuşlarsa bunları yesin. Diyor, "Kim uyur, kim uyanık?" Bu da diyor, herkes uyur, ben uyanığım." "Bicilo, niye uyumuyorsun?" Diyor, "Benim annem kalkar gece helva pişirip yerdik. Ben öyle uyurdum. Ben uyumam ki!" Dev kadın kalkıp bir tabak helva pişirir. "Bicilo, kalk arkadaş, kalk helva yiyelim.." Kaldırıyor bunları, helvayı yiyorlar. Yine yatıyorlar. Dev kadın geliyor, "Kim uyur, kim uyanık?" Diyor ki, "Herkes uyur da Bicilo uyanık." "Hey Bicilo niye uyumuyorsun?" "Benim annem gidip kalburla Fırat'tan su getirir içerdim" Dev su getirmek için kalburu alıp su getirmek için Fırat’a gider.. O gidiyor, Bicilo buradan arkadaşlarına diyor, "Kalkın! Bu dev kadın bizi yiyecek. Kalkın kaçalım." Kalkıp hemen oradan kaçıyorlar. Bu dev kadın kalburu daldırıyor ki su doldursun. Hiç kalbura su doldurulur mu? O orada oyalanana kadar, bunlarda buradan kaçıyorlar. Geliyorlar geliyorlar, "Nereye gidelim?" diyorlar. "Şu ışık olan yere gidelim. Burada sabahlayalım, ondan sonra sabahtan gideriz." Gidiyorlar ki o ışık yanan yerde düğün var; gelinin eşyalarını eve indiriyorlar.. Gelin diyor ki, "Devin halısı gelirse eğer, ben gelin gideceğim. Yoksa gitmem." diyor. "Devin halısını kim getirse, kime söylesem?" diyor. "Biz getiremeyiz!" Kız da ısrar ediyor, bir bey kızıymış. Arkadaşları "Bizim Bicilo getirir diyorlar. " "Hey Bicilo, getirir misin?" "Evet, ben getiririm. Ama dediklerimi yapacaksınız! Bana gidin biraz çivi getirin ki gidip alıp geleyim." Gidip fırsatını kolluyor hemen içeri giriyor. Gidip halıyı ters döndürüyor, bu toplu iğneleri batırıyor halıya. Kendi gidip saklanıyor. Dev kadın da gelip, nasıl halıya basıyorsa çiviler ayağına değiyor. "Amaaann!... Hah pirelenmiş. Azıcık dışarı atayım da havalansın." Halıyı toplayıp götürüp dışarı atsın pireleri dökülsün. Bicilo ordan halıyı vuruyor omzuna, götürürken diyor, “Hey Bicilo, yine sen misin?" Bicilo kaçıyor, dev kadın tutamıyor. Getirip halıyı veriyor. Bu sefer de kız diyor, “Devin kazanı gelirse gideceğim, yoksa gitmem." "Kazanı kim getirse?" Diyorlar "Bicilo getirir." "Bicilo getirir misin?" Diyor, "Evet, ben getiririm." Geliyor yine saklanıyor, devi takip ediyor. O tarafa ediyor, bu tarafa ediyor, kazanı alıyor. Diyor, "Ey dev kadın, Allahaısmarladık" "Vayy yine sen misin? Sen benim elime geçersen!..." Geçip gidiyor. Kazanı getiriyor, düğün yapılıyor. Gelinin sırtında da yaralar varmış. Diyorlar, "Bu yaralar geçmez, dev yağı sürerseniz geçer; yoksa geçmez." Devin yağını nerden alırlar, devin yağı olur mu? Bicilo diyor,"Ben getiririm. Bana biraz çivi alın, keser alın, hızar alın, tahta alın ben gider getiririm." Hepsini alıp, geliyor devin bahçesine giriyor. "Çat çat vuruyor, dev çıkıyor. "O kim? Bicilo yoksa sen misin?" " Ya sus! Bicilo öldü. Garip. Tabut yok ki ölüsünü götürelim. Geldim burada bir tabut yapalım da götürüp içine koyalım." "O öldüyse ben de yardım ederim." diyor. Dev kadın çıkıyor, o da yardım ediyor. Tabutu yapıyorlar. Dev kadına diyor, "Bunun içine gir. Bicilo da senin gibiydi. Eğer sana uygun gelirse, Bicilo'ya da gelir. Yoksa başka yapalım." Dev kadın tabuta giriyor, Bicilo tabutun kapağını kapatıyor, çivileri vuruyor. Devi içine kapatıyor, çiviliyor. Devi alıp geliyorlar. Getiriyor odunları yakıyorlar, tabutu da odunların üstüne koyuyorlar. Devin yağı eriyor, akıyor. Bu yağı alıyorlar gelinin yaralarına sürüyorlar. Gelinin yaralarını hep iyileştiriyorlar. Ondan sonra düğün kuruluyor, kırk gün kırk gece düğün oluyor. Düğünü yapıyorlar, kızı alıyor gidiyorlar. Bicilo da kalkıp annesine bir yığın para getiriyor. "Anne bak, geldim para kazandım, getirdim sana." diyor. "Anne, sen de gidip padişahın kızını bana alacaksın." "Padişah hiç kızını bize verir mi?" "Sen bana bırak. Padişahın kızını sen bana alacaksın." Annesi gidip padişahın kızını istiyor, padişah da durumu bildiği için bir şey demiyor, kızını Bicilo’ya veriyor. Kırk gün kırk gece düğün yapıp ,yiyip içip , muratlarına geçiyorlar. (Mahbup YAZICIOĞLU)
TEMBEL AHMET
Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişah bir gün balkona çıkıp, kızıyla oturuyormuş. Balkonda milleti seyrediyormuş. Bakıyor ki üstü başı temiz bir adam geçiyor. Birisi de öyle gelip geçiyor; öyle pis, öyle dağınık, üstü başı kirli, pis bir vaziyette. Kız diyor ki, "Erkeğin pis gezmesi, temiz gezmesi ailenin elindedir. " Babası da diyor ki, "Yok, kendi elinde." Bunlar baba kız iddialaşıyorlar. Padişah tellal bağırttırıyor, "Nerde tembel adam varsa, ben kızımı ona vereceğim." Tellallar bağırıyor. Bir yerde bir tembel Ahmet varmış, bu hiç yerinden kalkmıyormuş. Bunu çağırıyorlar. Diyorlar ki, "Gel padişah kızını sana verecekmiş." Bu da, "Ben istemiyorum, bana niye veriyor? Ben ne yapayım padişahın kızını?" "Sana veriyor padişah, kızını." diyorlar. Padişah geliyor bakıyor, eşyasını getiriyor, kızı veriyor. Geliyor kız, oturuyor. Tembel Ahmet, "Anne, bana su ver. Anne, bana ekmek getir." Kız bakıyor ki her şeyi annesine yaptırıyor, kendisi hiç yerinden kalkmıyor. Annesine tembihliyor ki, "Buna hiçbir şey vermeyeceksin!" diyor. Oğlan su istiyor kız verdirmiyor, "Sen nerden geldin? Benim başıma belâ oldun!.. Çık git!.." diyor. "Yok!.. Kalkıp kendin içeceksin." diyor. Ekmek istiyor yine vermiyorlar. Kız annesinin vermesine de izin vermiyor. Kalkıyor bu oğlan kendi zorla sürüne sürüne gidiyor ekmek alıyor. O kadar ki tembel. Zorla gidip ekmek alıyor, zorla gidip su alıyor. Öyle alışıyor biraz. Ondan sonra tuvalete gidiyor, kapıya çıkıyor, öyle öyle biraz alıştırıyorlar. Kız kapıyı dışardan kilitliyor, diyor ki, "Kalk git ekmek getir ki yiyelim. Oğlanı dışarı atıyor, kapıyı kilitliyor. Oğlana, "Gidip çalışıp, kazanıp, getirip bize yedireceksin. Yoksa seni içeri almayız!" diyor. Oğlan ne kadar kapıda yalvarıyorsa almıyorlar içeri. Oğlan mecbur kalıyor, dolaşıyor, iş bulup çalışıyor. Getiriyor, bir gün, beş gün... Bu oğlanı artık alıştırıyorlar. Oğlanı öyle alıştırıyor ki, öyle çalıştırıyor ki, kız bir konak yaptırıyor. Babasının evinden getirdiği eşyanın dengini hiç açmamış, nasıl getirmişse öyle duruyormuş. Her türlü eşyasını alıyor, konaklar beziyor. "Babamı yemeğe çağıralım." diyor. Babası geliyor yemeğe, bir de bakıyor ki ne baksın, "O eski yerler değil, konaklar yapılmış, bezenmiş... Damadı değişmiş, annesi de değişmiş. Konaklar yapılmış... Yiyip içiyorlar, diyor ki , "Baba, nasılmış, erkeğin pisliği temizliği ailenin elinde miymiş, yoksa kendi elinde miymiş?" deyince, babası oradan sinirleniyor ve diyor ki, "Kızım, ben bilmedim, demek ki ailenin rolü çokmuş. Ailenin elindeymiş." Düğün yeniden başlıyor, kırk gün, kırk gece düğün yapıyorlar; yiyip içip, muratlarına geçiyorlar. (Mahbup YAZICIOĞLU)
DUL KADININ KEÇİSİ
Varmış yokmuş, vakti zamanın birinde bir tane padişah varmış. Bu padişah bir gün kendi başına geziyorken, bakmış ki adamın biri kâğıtları yazıp yazıp, suya atıyor. Padişah merak etmiş, demiş ki, "Sen böyle ne yapıyorsun?" O da," Birinin kızını birinin oğluna, diğerinin kızını da bir başkasının oğluna yazıyorum” demiş. Adam padişaha, "Senin kızını da bir çobanın oğluna yazdım." Padişah bu işe çok kızmış, sinirlenmiş. Kendi kendine, "Ben de bu işi bozacağım." diyerek oradan ayrılmış. Padişah, araya araya çobanın evini bulmuş. Selâm vermiş, içeri girmiş. O sırada kundakta bir çocuk gözüne ilişmiş. Padişah bu çocuğu kendisine satmasını istemiş. Çoban biraz düşünmüş, taşınmış, razı olmamış ama, en sonunda çocuğu padişaha satmış. Padişah çocuğu almış, bir ormana götürmüş. Hançerini belinden çıkartmış, çocuğun kalbine saplamış, oradan ayrılmış. Ertesi gün, çoban koyunlarını almış, ormana otlatmaya götürmüş. Çocuğun hiç de haberi yokmuş. Sürünün içinde de bir dul kadının keçisi varmış. Bu keçi sürüden ayrılmış, kendi başına otluyorken, çocuğu görmüş, tutmuş onu emzirmiş. Bir gün böyle, iki gün böyle devam etmiş... Çocuğu ölmemiş, dirilmiş, kendine gelmiş. Çoban sürüyü köye götürdüğü vakit, dul kadın akşam keçisini sağmaya gelmiş. Bakmış ki hiç sütü yok! Bu hep böyle sürmüş. Bir gün kalkmış, çobanın yanına gitmiş. "Benim keçimde hiç süt yok. Yoksa sen mi bunu sağıyorsun?" Çoban şaşırmış, yemin billah etmiş, dul kadını zorla evine yollamış. Çoban sabaha kadar uyuyamamış. Bu durumu çok merak etmiş. Sabah ilk işi keçiyi takip etmek olmuş. Keçi sürüden ayrılmış, meleyerek çocuğun yanına gelmiş. Çoban da peşine gelmiş.
Çoban bakmış ki keçi geldi bu çocuğu emzirmeye başladı. Şaşırmış kalmış. Keçinin sütünün niye azaldığını anlamamış. Çoban yavaş yavaş çocuğun yanına gelmiş, bakmış ki ne görsün, kalbinde bir hançer saplı! Hemen bıçağı çıkartmış, çocuğu kucağına almış, evine gelmiş. Kendi çocuğu olduğunu anlamamış. Gel zaman, git zaman çocuk on beş yaşına basmış. Padişah bir gün çobanın kapısının önünden geçiyorken evde bir erkek çocuğunun dolaştığını görmüş. Merak etmiş, içeri girmiş. Bakmış ki kendi hançeri duvarda asılı. Dayanamamış çobana sormuş, "Kardeş sen bu çocuğu nerden aldın?" Çoban da başından geçenleri padişaha anlatmış. Padişah, "Acaba bir pusula yazsam bizim eve götürür mü?" demiş. Çoban da, "Niye götürmesin. Götürür. Padişah pusulaya, "Bu çocuk gelir gelmez boynunu vurun!" diye yazmış. Pusulanın ağzını kapatmış, oğlana vermiş. Oğlan pusulayı almış, padişahın sarayına gelmiş. Çok yorulmuş. Orda bir çeşme bir de havuz görmüş. Çeşmeden su içmiş, havuzun kenarında yatarken, düşmüş orda uyumuş kalmış. Padişahın kızı da o sırada pencereden bahçeyi seyrediyormuş. Bir ara gözü oğlana takılmış. Koşa koşa oğlanın yanına gelmiş. Oğlanın elindeki pusulayı görmüş. Hemen açmış okumuş, bakmış ki altındaki mühür babasının mühürü. Kız o pusulayı yırtmış atmış, yerine !! Bu oğlan gelir gelmez, kızımla nikahlayın." diye yazmış. Oğlanın koynuna sokmuş. Kız oradan gitmiş saraya. Saray nöbetçileri gezerken oğlanı orada görmüşler. Ne olduğunu sormuşlar. Oğlan da padişahın yolladığı pusulayı onlara vermiş. Saraydakiler pusulayı okur okumaz şaşırmışlar. Padişah, "Pusulayı getirene kızımı nikahlayın!" diye yazıyormuş. Padişahın emrine rıza göstermişler, düğün hazırlıklarına başlamışlar. Öyle gösterişli bir düğün yapmışlar... Evlenmişler. Sonra padişah gelmiş. Padişah düğünü, şenliği görür görmez şaşırmış! "Siz ne yapıyorsunuz? Bu şenlik ne?" diye sormuş. Onlar da " Padişahım, sizin pusulada yazdığınız emri yerine getirdik." demişler. Padişah pusulayı almış okumuş. Bakmış ki yazı kendi yazısı değil. Anlamış ki bu yazıyı kimse bozamayacak. Tutuyor kızını gönül rızasıyla oğlana veriyor. Kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar. Padişah zaman sonra ihtiyarlıyor, yerine bu oğlanı geçiriyor, yiyip içip, muratlarına geçiyorlar. (Münevver UÇAR).
YAZILAN YAZI BOZULMAZ
Varmış yokmuş, bir padişah ile bir de kızı varmış. Bir gün Vezir-i azamına demiş ki dışarı çıkıp gezelim bakalım ne var ne yok. Çıkmışlar gezerlerken şehrin baş tarafına gelmişler. Bakmışlar ki; nehrin baş tarafında bir ışık görünüyor. Gidiyorlar ki; bir ihtiyar adam; ufak bir kulübe otlardan yapılmış onun içinde kâğıt yazmış, nehre atıyor. Bunlar görür görmez; “Ooo... Sultanım hoş geldiniz". "Baba. Sen burada ne iş yapıyorsun". Demiş ki; " Filancanın oğlunu, filancanın kızını yazıyorum". "Benim kızımı kime yazdın". "Bak diyor. Suyun yüzünde bir tane kâğıt gidiyor, şimdi attım. Senin kızında o kâğıtta". "Kime yazdın". "Senin kapında bir tane büyük arap varya. Kulakları büyük, ağzından salyalar, sular akıyor ona yazdım". " Seni var ya şimdi suya atıp boğacağım geliyor. Ben bir hükümdarım, o adama yazılır mı". O da; "Yazılan bozulmaz. Ben yazdım. Az önce gelseydin yazmazdım" diyor. "Yalan. Öyle şey mi olur?. Kapımdaki Arap; ağzından sular akıyor, koca dudaklı ona ben kız verir miyim". Neyse geliyorlar. Bu iş padişahın içini yakıyor. İçi rahat etmiyor. "Nasıl oldu bu iş yahu" diyor. Vezirlerinin, akıl taneleriyle bir toplantı yapıyor. "Bunun çaresi nedir?" diyor. "Kolay, sultanım. Onu ne düşünüyorsun. Çağırırsın o köleni verirsin ona bir at, para gider gelmez. Ona de ki; benim güneşte bir kova altınım var. O gider gelemez. Güneşi nerde bulacak. Bekler, bekler ömrü dolar, ölür. Sen de kızı bir başkasına verirsin" "Vayy iyi akıl . Peki". Çağırıyor o kalın dudaklı, ağzının kenarından sular akan köleyi. Diyor ki; "Atı al, parayı al. Benim güneşte bir kova altınım var. Güneşi bulacaksın, o parayı isteyip alıp geleceksin. Almadan da gelme!.." "Peki padişahım". Hemen atı sürüyor doğuya doğru. Gidiyor, gidiyor. Şurayı geçiyor, burayı geçiyor. Daha gitmeye takati kalmıyor. Sabahtan kalkıyor tam güneş doğacak vakit. Güneş doğuyor. Arap diyor ki; "Hey güneş, padişahın parasını ver" Gaipten bir ses; "Yazılan bozulmaz". Sağa bakıyor, sola bakıyor kimse yok. "Bu ses nerden geldi, benim kulağım mı ses duydu?". Arap burayı gelene kadar aradan bir iki üç sene geçiyor. Derken ertesi gün oluyor. Hava kapalı güneş hiç görünmüyor. Açık olduğu gün soruyor, gaipten bir ses geliyor ki; "Yazılan bozulmaz". Bir-iki-üç-dört, soğuk durmanın imkânı yok. Dönüyor geriye diyor ki; "O ki yazılan bozulmaz". Geliyor geliyor. Padişahın kızını da hiç kimse istemiyor. Deli oluyor. Ya benim kızıma niye bu dünürcü gelmiyor. Arap gideli bir-iki sene olmuş. Vezir-i azamı alıyor yanına geziyorlar; "Uzak yerlere gidelim" diyor. "Ormanların içinde tek bir adama rast gelirsem kızımı ona vereceğim" diyor. Ormanlarda geziyorlar. Arap da geliyor geliyor bir ormanın içine giriyor. Bakıyor bir tane göze kaynıyor. Başında oturuyor. Kurumuş ekmeklerini gözenin su-yuna batırıyor. Islatıp yiyor. Ekmeği kaynayan gözeye batırırken parmağının ucu gözenin suyuna değiyor. "Allah Allah " Bakıyor parmağının ucu bembeyaz olmuş. “Ne oldu". Derken elini batırıyor o da öyle oluyor. Kolunu batırıyor o da bembeyaz oluyor. Kalkıp soyunuyor yıkanıyor. Öyle bir tığ gibi delikanlı oluyor ki, kim görse kızını bayılarak verir. Padişah da veziri ile ormandan gelirken, bu arap ile karşılaşıyorlar. Padişah oğlanı karşıdan gördüğü zaman; "Hepiniz şahit olun, şu karşıdan gelen delikanlıya ben kızımı vereceğim". "Tamam işte bu şevketlim. O deve dudaklı nerde kaldıysa kaldı". Dönüyorlar geliyorlar. "Selâmün aleyküm. Delikanlı ne geziyorsun kimsen var mı?". "Yok". Ama oğlan padişahı tanıyor. "Bu padişah beni mi sınıyor" diyor. Diyor ki; "Allah’ın emri ile bir kızım var, onu sana vereceğim". Bu da "Allah razı olsun" diyor .Ben arabım demiyor.. Beraber geliyorlar. Arap öyle bir hürmet görüyor ki; bunu o zaman ki çalgılarla karşılıyorlar. Kızını Öyle bir delikanlıya vermiş ki ,damadı herkes beğeniyor. Kırk gün Kırk gece düğün oluyor yiyip içiyorlar. Damadın yanına geliyor gidiyor. Padişah "Benim şu tabakamı getirin". Hemen koşup getiriyor. Çünkü yerini biliyor. Hemen şıp diye alıyor geliyor. Allah Allah!. Padişahın dikkatini çekiyor. Bu acemi nasıl her şeyin yerini biliyor. "Bana şunu getir dese". Nerede, hangi tarafta diye sormuyor. Gidip hemen alıp geliyor. Aradan biraz vakit geçtikten sonra padişah; "Hele gel buraya yahu. Sen bu konakta hiç çalıştın mı?”. Diyor ki; "Çalıştım padişahım". "Nasıl çalıştın". "Ben buradaydım. Ben araptım. Beni güneşe paraya yolladın." "Eee... para ne oldu". "Para diyor ki, yazılan yazı bozulmaz. Ben de onu haber vermeye geldim. Gözenin birinde geldim yıkandım. Bu şekli aldım". Padişah bakıyor ki yazı bozulmayacak. Bu işe rıza gösteriyor, yiyip içip muratlarına geçiyorlar. (Hamdi GEDİK).
HOROZ
Varmış, yokmuş, sokakların bir tanesin de bir tane horoz varmış. Horoz da öyle bir yiğit horozmuş ki, öyle bir yürekli horozmuş ki, mahallenin bütün horozlarını dövüyormuş, zarar veriyormuş; tavukların hepsi onun başına yanına toplanıyormuş. Gidiyormuş, Padişahın çöplüğünde eşiniyormuş, "Gıd gıd, gıdı.." hemen tavuklar başına toplanıyorlarmış; bulduklarını hep veriyormuş tavuklara. Bir günde yine gitmiş çöplükte didiniyormuş, o tarafa, bu tarafa tırmanıyormuş, didiniyormuş. Hemen içinden çıkan böcekleri tavuklara veriyormuş. Bir de didinmiş, didinmiş bakmış orda bir tane altın. Padişahın çöplüğünde olmaz mı? demek ki çerçöp süpürmüş atmışlar oraya. Hemen oradan altını alıp ağzına çıkmış çöplüğün tepesine. Gukkulu guuk guk. Ben bir altın buldum. Padişahtan zengin oldum." Padişah bunu duymuş. Bir sinirlenmiş, bir sinirlenmiş... Emir vermiş oradakilere, Çabuk gidin o pis hayvanı tutun getirin bakayım. O kim, benden zenginmiş!.." Hemen koşmuşlar, gelmişler, horozu kovalamışlar. "Cak cak cak" oradan hopluyor o tarafa, oardan geçiyor o tarafa. Her biri bir taraftan peşine düşmüşler. Hemen horozu yakalamışlar. Elindeki altını almışlar, bırakmışlar. Horoz yine gidip çıkmış çöplüğün başına; kanatlarını şapur şapur vurmuş, "Guggulu guuuk. Padişah da benim altınıma kalmış." Yine durup durup söylüyormuş, tavuklar da hep etrafına toplanıyormuş, yine başlıyormuş. "Guggulu guuu.. gu... Padişah da benim altınıma kalmış." Padişah demiş ki, "Ya Rabbi!.. Bu beni rezil rüsvay edecek. Götürün atın altınını önüne, başını ömrünü yesin. Neredendi sabah sabah geldi bu hayvan belâ oldu!" Götürüyorlar atıyorlar altınını önüne. Horozun keyfine diyecek yok. Daha fazla şımarıyor. Yine alıyor altını ağzına, çıkıyor iyice çöplüğün en yüksek yerine. Kanatlarını şapur şapur vuruyor. "Gugguluu guu, guuu... Padişah da benden korktu!.." diyor. Yine durup durup bir daha bir daha ötüyor. Padişahın iyice sinirleri tepesine çıkıyor. "Gidip şu horozu tutun da kesin kellesini!" diyor. Gidiyorlar horozu tutuyorlar, kellesini kesiyorlar. "Çabuk pişirin ki yiyeceğim! O benim çok yüreğimi yaktı. Sabahtan beri beni el aleme rezil rüsvay etti. " Götürüyorlar hemen kesiyorlar, çabucak pişiriyorlar, pilavın tepesine dikiyorlar. Götürüyorlar padişahın sofrasına koyuyorlar. Horoz orda başlıyor ötmeye. Bir çırpınıyor çırpınıyor; "guggulu guguuk. Bu nasıl yüksek tepeler." diyor. Padişah diyor ki, "Sen öt öyle. Ben sana tepeleri gösteririm!" Kaşığı saplıyor, alıyor ağzına horozu. Horoz başlıyor orda ötmeye yine, "Guggulu gu guu. Nasıl büyük değirmenler.." diyor. Neyse Padişah zorla çiğniyor, yutuyor bunu. Boğazından zorla geçiyorken orda horoz bir ötüyor bir ötüyor. "Guggulu gu guuu... Bu nasıl daracık sokaklar?" diyor. Neyse padişahın karnına gidiyor yerleşiyor horoz. Karnına gider gitmez padişahın karnına bir ağrı yapışıyor. Kıvranıp duruyor. "Ya Rabbi! Bu horoz cin miydi, peri miydi? Bu hayvan nerden geldi benim başıma çıktı?" diyor. "Hadi çabuk beni götürün tuvalete. Götürüyorlar tuvalete bekliyor bekliyor bir şey yok. Alıyorlar geliyorlar burada, rahat edemiyor. Bir daha, daha götürüyorlar tuvalete rahat edemiyor. Neyse hekim başlarını çağırıyorlar, bunun karnını okşuyorlar, yardım ediyorlar; ne yapıyorlar ediyorlar, hemen horoz bir halli dışarı çıkıyor. Hemen çıkar çıkmaz gidip tuvaletin duvarına konuyor. "Guggulu guu guuu... Padişahın kıçı yırtıldı. Şükür canım kurtuldu." diyor. Ondan sonra padişahı getiriyorlar yatağına yatırıyorlar. Getiriyorlar üstüne soğuk sular sürüyorlar, başına soğuk havlular koyuyorlar. Horoz yine gidiyor tavukların yanına, çöplüğün başına yine çıkıyor, "Guggulu guu guuu... Padişah da benden korktu" diyor. Yiyip içip muradına geçiyor. (Aysel KARAÇAY).
YUMURTACI
Varmış yokmuş vakti zamanın birinde bir tane adam varmış. Bu adam bir gün köyden öbür köye gittiği yerde, acıkmış. Diyor ki: “Gireyim şu dükkanda bir şey yiyeyim de öyle gideyim." Gidiyor dükkancıya diyor ki: "Yumurtacı bana bir yumurta ver de yiyeyim, açım." Yumurtayı alıyor, yiyip parasını unutuyor; vermeden kalkıp gidiyor. Gidiyor ki diğer taraftaki çocuklar kediyi tutmuş köpeğe boğduruyorlar. Diyor ki çocuklara ki: "Niye boğduruyorsunuz o kediyi, yazık günah değil mi?" "Sana ne, boğduracağız!" "Vah! Boğdurmayın, bak günah!" Ne kadar ısrar ediyorsa çocuklar caydıramıyor. Bir ara elini cebine atıyor, para eline geliyor. Parayı yumurtaya vermemiş, unutmuş. Parayı veriyor çocuklara, kediyi alıyor. Çantası varmış; atıyor çantasına, varıp gidiyor. Gidiyor gidiyor o köye giriyor. Öbür köye girince gidiyor oraya. Oranın muhtarı bunu evine misafir ediyor. Ekmek getiriyorlar sofra koyuyorlar, hoş beş ediyorlar. Çubuklarını alan her birisi bir köşeye geçiyor. Bu adam korkuyor. Diyor ki: "Kardeş kusura bakmayın bir şey söyleyeceğim; bizde misafir gelince onunla beraber yemek yenir. Siz niye oraya çubukları elinize aldınız geçtiniz?" Diyor ki: "Kardeş kusura bakma, bizim burada bir canavar var. Gelir ekmeği elimizden alır kaçar diye, birimiz ikimiz bekleyeceğiz ki, birimiz ekmek yiyelim. Yoksa gelen, ekmeği alır kaçar, gelen ekmeği alır kaçar, Diyor ki: -"Siz gelin oturun, o canavarın anahtarı bende var." Kedi de duruyormuş çantasında. Gelip oturuyorlar. Herkes oturunca bakıyorlar ki; bir tane o yandan çıktı, bir tane bu yandan çıktı. Gelen ekmeği sofradan alıp kaçıyor, gelen sofradan alıp kaçıyor; hiç korku yok. Oranın fareleri öyle kocaman kocaman olmuşlar, orada kedi de yokmuş. Hiç kimseyi sayıp korkmuyorlarmış! .Alan kaçıyor, alan kaçıyor! Kalkıyor, oradan çantanın ağzını açıyor ve kedi oradan çıkıyor. Çıkıp, tuttuğunu boğup bırakıyormuş, tuttuğunu boğuyor bırakıyor. Fareler o zamana kadar hiç kedi görmemişler. Hiç kaçmakta bilmiyorlarmış. "Biz seni misafir edelim, sen bizi rahatlığa kavuşturdun. " Üç gün, beş gün bunlar bunu misafir ediyorlar; bırakmıyorlar adamı. Köylü hep duyuyor; aslan varmış, o aslan hep canavarları öldürüyormuş, rahat ekmek yiyorlarmış. Köylü bu adamı davete çağırmış; köyde her gün bir yerde aslanıyla beraber davete gidiyormuş. Her gün bir yere gidiyor, dolanıp kovuyorlarmış. Bir gün, beş gün... Diyor ki: "Ben daha gideyim." Diyorlar ki: "Yok, getir bu aslanı bize sat. Tartalım, ağırlığınca altın verelim sana. Biz rahatlığa kavuştuk. Bu aslanın ağırlığınca altın verelim sana, aslanı bize sat." "Olur" diyor. Kalkıp tartıyorlar, ağırlığınca altın veriyorlar bu adama. Alıp geliyor. Geliyor köye. “Çocuk ben bu yumurtanın parasını vermedim, bu kadar parayı onun yüzünden kazandım. Götüreyim de yumurtanın parasını vereyim de, helallik alayım". Götürüyor ki yumurtanın parasını versin. Diyor ki: "Abi, ben yumurtanın parasını unuttum vermedim, ben bu kadar parayı onun yüzünden kazandım. İşte paran." Tutuyor beş kuruşun yerine on kuruş veriyor. Yumurtacı:" Yok almam. Ben yumurtayı almam, yumurtamın civcivi, civcivin tavuğu, tavuğunun yumurtası, yumurtasının civcivi, civcivinin tavuğu...". Adam ne yapıyorsa ikna edemiyor. Yine diyor: "Yok almam ben parayı". Öyle böyle derken oluyorlar mahkemelik. Gidip veriyor mahkemeye bu adamı: "Benim geldi yumurtamı yedi, o zaman parasını vermedi. Ben şimdi yumurtanın civcivini, civcivinin tavuğunu, tavuğunun yumurtasını geri istiyorum." Bunlar yedi sene mahkeme görüyorlar, bir yumurtanın yüzünden. Yedi sene sonra yine o köyden geçip başka bir köye gidiyormuş. Geçtiği yerde bakıyor ki, çocuklar iki taraflı olmuş oyun oynuyorlar. Oradan geçerken bakıyor ki bir yumurta davası geçiyor. Diyor ki: "Çocuklar acaba bunlar bizim davayı mı görüyorlar bu çocuklar? Duruyor dinliyor bunları. Bakıyor ki kendisinin davası. Her yana, bütün köylere, çocukların ağzına bile yayılmış! Çocukların biri vali olmuş, biri avukat olmuş, biri hakim olmuş, biri müftü olmuş, biri yumurtayı satan olmuş. Bu da durup onları seyrediyor. Dinleyince, çocuklar kendi aralarında diyorlar ki: "Yumurtanın civcivini, civcivinin tavuğunu, tavuğunun yumurtasını istiyorum." diyor. Hakim de diyor ki: "Oğlum!" diyor "Senin yumurtan çiğ miydi, pişmiş miydi?" deyince, o da:" Pişmişti." "Ey, pişmiş yumurtanın civcivi, tavuğu olur mu? Çabuk al paranı da çık dışarı!" Bunları dinliyor, bunlardan bir bilgi alıyor. Gidiyorlar mahkemeye çıkıyorlar. Yine mahkeme görülüyor. Tutuyor hakime diyor ki: "Hâkim bey, hiç niye sormuyorsunuz ki yumurta çiğ miydi, pişmiş miydi?" Diyor ki oğlum: "Çiğ miydi, pişmiş miydi." Diyor ki: "Pişmişti." "Ey olur mu?" Diyor: "Ey oğlum yedi senedir bu aklın neredeydi?" Diyor ki: "Hakim Bey, falanca köyden geçiyordum, o köyde baktım çocuklar oynuyorken yumurta davası görüyorlar. Durdum bunları dinledim, seyrettim. Baktım bizim davayı görüyorlar; bu çocukların biri hâkim olmuştu, biri müftü olmuştu, dava görüyorlardı. Ben de kalktım onları dinledim. Hâkim sordu ki; "Oğlum yumurta çiğ miydi, pişmiş miydi." Diyor ki; "O çocukları tanıyor musun?" "Tanırım." diyor. "Git o yumurtayı satanı da, alanı da al da gel bana." Geliyor o çocuklar alıyor götürüyor hâkimin yanına. Bunlar tutuyor yumurtacının parasını verip, atıyorlar dışarıya. Davaları sulh oluyor. Bu çocukları da masanın balına oturtuyorlar. Birini hâkim yapıyorlar, birini de vali yapıyorlar. Çocuklar oturuyorlar oraya. Diyorlar ki; "Bunların kafası bizden daha iyi işliyor." Bunlar yedi içti yere geçtiler, siz de yiyip içip muradınıza geçin. (Mahbup YAZICIOĞLU).
SULTAN MAHMUD
Vakti zamanın birinde sultan Mahmud diye bir padişah varmış. Bir gün Sultan Mahmud, "Çıkıp da şu İstanbul'un köylerini gezeyim demiş. Kalkmış, kılığını kıyafetini değiştirmiş, bir köylü elbisesi giyip, uzak bir köye gitmiş . Bir yaz günü yolu bir bahçeye düşmüş. Güzel bir elma ağacının dibine oturmuş. Kafasını kaldırıp bir bakmış ki ne baksın, şimdiye kadar hiç öyle bir elma görmemiş! O sırada bağın sahibi de hanımıyla üzüm topluyormuş. Bağın sahibi, elma ağacının dibindeki adamı görmüş. Hanımına işe devam etmesini söylemiş, o da adamın yanına gelmiş. Adama selam vermiş, "Ağa sen burada ne yapıyorsun?" demiş. "Köyleri gezerken, buraya uğrayıp oturdum." demiş. Neyse, adam gitmiş, nerde kötü topraklı, çürük üzüm varsa, toplayıp bu adama getirmiş. Tabii ki adam padişah. Öyle üzümleri yer mi? Bir dal alıp yedikten sonra, teşekkür etmiş, artık daha yememiş. Adam, "Niye daha yemiyorsun sen?" demiş. O da "yok, yedim. Yeter. Gel senin ile kardeş olalım." demiş. "Bu kardeşlik nasıl olur?" demiş. "Eğer elmaları topladığın zaman, bana bir sepet elma getirirsin, Kardeşlik böyle sürer gider." demiş. "Peki sen kimsin? Kimin neyisin?" Adam, "Ben İstanbulluyum. Adım Mahmud." Bir kâğıt çıkarmış, adresini yazmış, adama vermiş. "İstanbul'a gelir, beni bu adresten arar bulursan, Allaha ısmarladık." deyip oradan kalkmış gitmiş. Bağın sahibi olanları hanımına anlatmış. Güz mevsimi gelmiş, üzümleri toplamışlar, elmaları toplamış, satmaya başlamışlar. Bu arada hanımının aklına, kardeşliğe verdiği söz gelmiş. "Vay, hanım iyi ki aklıma getirdin." Deyip, hemen hazırlığa başlıyor. Bu adam bir sepet elma, biraz kete, bir de öteberi bir şeyler sepetine koyuyor, yola düşüyor. Gele gele İstanbul'a geliyor. Ama, sepette sırtını yara etmiş. İstanbul'u gezerken bir adama rastlıyor. Adam, " O heybende ne var? Gel bunları bana sat?" demiş. O da "Yok, ben bunları Mahmud kardeşliğime götüreceğim." demiş, yollara düşmüş. Berduş berduş gezerken, bir adama rast gelmiş. "Sırtımdakileri bana sat." demiş. "Yok, satmam. Kardeşliğime götüreceğim." demiş. "Senin bu kardeşliğin kim?" "Mahmud." Demiş. "Peki bunun adresi yok mu?" "Vay kardeş, iyi ki aklıma getirdin. İşte burada, silahlığın arasından adresi çıkarıp adama veriyor. Adam alıyor okuyor ki ne Okusun! Sultan Mahmud'un imzası. Hemen kâğıdı öpüyor, yanına koyuyor. "Gel, seni ben Götüreyim." Diyor. Adamı götürüyor, saraydan içeri sokuyor, oradan ayrılıyor. Sarayın kırk merdiveni, her merdivende bir nöbetçi bekliyormuş. Adam bu nöbetçilere bir şey söylemeden merdivenlere fırlamış. Nöbetçiler bunu tutmuş, "Nereye gidiyorsun?" demişler. O da, "Durun, bırakın beni. Ben kardeşliğime gidiyorum." Nöbetçiler, bu adam deli diye alıp zindana atmışlar. Elindekileri de almışlar. Nöbetçiler elmaların yarısını yemiş, yarısını da hanıma yollamışlar. Neyse, ertesi gün sultan Mahmud'a sofra kurulmuş, bu adamın getirdiği elmalardan da bir tabağa koymuş götürmüşler. Sultan Mahmud, elmaları görür görmez şaşırmış. Hemen hanımını çağırmış, "Hanım bu elmaları nerden aldın?" O da, "Nöbetçiler getirdi." "Çabuk nöbetçileri bana çağırın!" demiş. Nöbetçiler gelmiş, durumu anlatmış. Bir adam bize danışmadan içeri girmek istedi. Biz de içeri attık, elindekileri aldık. Yarısını size yolladık, yarısını yedik. "Çabuk, onu dışarı çıkarın. Tıraş edin, elbiselerini giydirin, buraya getirin! "demiş. Hemen nöbetçiler adamı zindandan çıkartmışlar, tıraş edip, elbiselerini giydirmişler Sultan Mahmud'un huzuruna getirmişler. Sultan Mahmud, "Oo Buyur kardeşlik, buyur gel içeri. Gel otur." demiş. O da, "yok, ben oturmuyorum. Ne diyeceksen de. Ben gideceğim." Sultan Mahmud bakmış, bu çok kızmış. "Peki." Demiş. "hazineciyi bana çağırın." Hazineciye demiş ki, "Bu adamı hazineye götürün. Alabildiği kadar altın alsın." Hazineye götürüyorlar. Bu adam altın falan almıyor. Kapının arkasında bir balta ile, birde ipi alıyor. Bir de Kuran varmış, onu alıyor. Hazineci, "Be adam altın alsana!" "Yok almıyorum. Beni memnun etmek istiyorsan bunları alacağım." "Peki." Demiş. Çıkmış, padişahın yanına gelmişler. Padişah, "Hanım ne aldın?" Demiş. "İşte bunları aldım, bir tane balta, ip, bir de Kuran." "Peki bu ipi ne yapacaksın?" Adam da, "Bu ip ile hanımı asacağım. Bu elmayı aklıma getirdi, beni bu hallere düşürdü." "Peki bu baltayı ne yapacaksın?" "O elma ağacını kökünden keseceğim." "Ya Kuran ile ne yapacaksın?" "Kuran ile de her kim ki, Mahmud adlı bir adama kardeşlik olursa, bu Kuran onun gözlerini kör etsin." Demiş, oradan hemen dışarı çıkmış, doğru memleketine gelmiş. (Ayşe AÇIKBAŞ).
HİÇİNEN MİÇ
Bir köyün birinde bir hacı varmış. Bu hacının üç kızı varmış. Kızlarına, "Ben şehre gidiyorum. Ne istiyorsanız getireyim?" Büyük kız diyor ki, "Baba bana bir elbise getir ki fındık kabuğuna girsin çıksın." Ortanca kız, "Bana da bir ayakkabı getir ki, hiç kimsede bulunmasın." En küçüğü de, "Bana hiç ile miç getir baba." diyor. Adam kalkıyor şehre gidiyor elbiseyi alıyor, ayakkabıları alıyor. Devamlı," hiç ile miç “ diye söylüyor ki unutmasın. "Hiç ile miç, hiç ile miç" diye diye gidiyor. En sonunda şaşırıyor, "Allah hiç, Allah hiç!.." diye diye gidiyor. Bir de gidiyor ki Fırat'ın başında adamlar balık tutuyorlar. "Allah hiç! Allah hiç! " diyerek gidiyor. Balıkçılar bunu duyup, sinirleniyorlar. "Vay!.. Biz bu soğukta suya giriyoruz donuyoruz balık tutmak için, sen de Allah hiç! diyorsun tutamayalım diye öyle mi.” Çıkıyorlar sudan bu adamı bir dövüyorlar bir dövüyorlar ki, öldürme derecesine getiriyorlar. Diyor ki, "Kardeş ne diyeyim?" Deki, "Üç dört tanesi bir arada. Üç dört tanesi bir arada." Balık tutuyorlar ya... Kalkıyor, "Üç dört tanesi bir arada, üç dört tanesi bir arada.." diyerek gidiyor. Gidince, bakıyor ki köyde bir genç delikanlı ölmüş. Bu adam, "Üç dört tanesi bir arada, üç dört tanesi bir arada!" diyerek gidiyor. Bu köylülerde oradan hemen kızıyorlar, "Vay!.. Biz bir taneye dayanamıyoruz, sen üç dört tanesini bir arada mı öldürüyorsun?" Bu köylüler cenazeyi yere koyuyorlar, bu adamı bir dövüyorlar bir dövüyorlar... Öldürene kadar vuruyorlar. "Biz bir taneye dayanamıyoruz, sen üç dört tanesi bir arada diyorsun!" Diyor , "Kardeş ne diyeyim?" Diyorlar ki, "Allah rahmet etsin, Allah ocaklardan ırak etsin!" Kalkıyor adam, "Allah rahmet etsin, Allah ocaklardan ırak etsin!" diyerek gidiyor. Gidiyor gidiyor ki, bir köpek ölmüş. Adamın biri sürükleyerek götürüyor. Bu adam da buradan, "Allah rahmet etsin, Allah ocaklardan ırak etsin!., diyerek gidiyor. Köpeğin sahibi de bir kızıyor, " Vay!.. Köpeğe de mi Allah rahmet etsin?" Köpeği yere bırakıyor, buna bir dayak da bu atıyor. Bu adam öyle oluyor, öyle oluyor ki, daha yerinden kalkamıyor. Gidiyor çeşmenin başına, "Of anam, of!.." diyor. Kadının biri de orda çeşmeden su dolduruyormuş. "Aman kardeş, o nerden geliyorsun? O nasıl vaziyetin var?" Adam o kadar yorulmuş ki buna kızıyor. Diyor ki "Cehennemin dibinden geliyorum, nerden geleyim!.." "Amaan!.. Kardeş cehennemde babamı gördün mü?" Diyor, "Evet gördüm." "Ne ediyor kardeş?" Diyor, "Ayakları yalın ayak, kırık küleklerden su taşıyordu. " Bakıyor ki kadının elinde güzel güzel su kabı var. "Kardeş, bu su kapları yanında dursun, bunları da vereyim sana, canım çıksın baba!..Tut gideyim evden para getireyim, öteberi getireyim, babama götüresin." Gidiyor eve, getiriyor yağı veriyor, kavurmayı veriyor. Bir kese para alıyor, kocasının elbiselerini, çizmelerini alıyor getiriyor bu adama veriyor. " Götür babama ver." diyor. Bu adam bunları alıyor köşeyi dönüyor, kaçıyor. Gidiyor gidiyor ki, değirmenci değirmende un öğütüyor. Değirmenciye diyor ki, "Kardeş, ben unu öğüteyim, sen bu ağacın başına çık. Bir adam gelir sorarsa, de ki, "Ben köy ağasının kızını almıyorum." Kadının kocası geliyor eve. Hanım diyor ki, “Adam, hele gel. Babamın yanından adam geldi haberin var mı?" Diyor, "Eee Ne yaptın, ne yapıyormuş baban?" "Ne yapsın, cehennemde yalın ayak kırık küleklerden su taşıyormuş." "Ne yaptın?" "Adam, senin çizmelerin verdim. Elbiselerini verdim, yarım teneke kavurma verdim. Su kabı verdim. Bir kesede para verdim." "Nereye gitti? Ne tarafa gitti? " Diyor ki, "Şu tarafa doğru gitti." Adam kalkıyor adamın arkasından sürüyor ki bulsun. Gidiyor değirmene. Diyor ki, "Kardeş, hiç buradan bir adam geçti mi?" Diyor ki, "Bilmem. Birisi , 'Ben köy ağasının kızını almıyorum” diye çıktı ağacın başına. " Adam gidiyor, ağacın dibine, "Gel in aşağı!" "ben köy ağasının kızını almıyorum!" " Köy ağası başına paralansın. Gel in aşağı! Ne yaptın bizden aldıklarını?" Yine diyor, "Ben köy ağasının kızını almıyorum!" Çıkıyor ki adamı aşağı indirsin. Bu adam hemen eşyasını, öteberiyi atın sırtına atıyor, kendi de biniyor. Ağacın başındaki adam diyor, "Kardeş, sen benim peşime niye düşüyorsun? Bak hırsız senin atını da götürdü." Adam aşağı iniyor, peşine koşturuyor, kavuşamıyor. Geliyor kadına bir küfür günah ediyor. Diyor ki, "Hanım bak, baban yağ istiyordu, ben de at yolladım ki bine." Yiyip içip yere geçiyorlar. ( Mahbup YAZICIOĞLU).
ÜÇ ALTIN
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; bir adam varmış. Her gün, "Allah bana üç tane altın verse acaba ben neler yaparım?" diyormuş. Kadının biri de bunu duymuş. Demiş, "Al sana üç tane altın, bakalım sen ne yapacaksın." Altınları alıp gidiyor. Bir tanesini lokantacıya veriyor, bir tanesini manava veriyor, bir tanesini de kuru meyve satana veriyor. “Ben buraya gidiyorum, padişahın oğluyum. Yollayın ki orda yiyeyim. Sakın kimseye söylemeyin." diyor. Gidip orda hamama giriyor, soyunuyor bir hücrede yıkanıyor. Bakıyor ki kapı çalıyor. Bir sofra yemek geldi. Acaba bu ne? Diyorlar ki, "Padişahın oğlu buraya geldi. Ona yemek getirdim. "Hayır burada kimse yok." Tellak diyor, "Hele bakın." Gidiyorlar ki hücrede oturuyor. Diyor, "Sen kimsin?" "Ben padişahın oğluyum." diyor. "Sus. Sakın söyleme, sana yemek geldi." "Siz yiyin, buyurun yiyin." Tutuyor padişahın oğlu diye gümüş nalın çıkarıyorlar. Temiz havlu çıkarıyorlar; işlemeli havlular çıkarıyorlar. Diyorlar ki, "Padişahın oğlu seyyar dolanıyormuş." Diyorlar ki, "Padişahın oğlu, akşam gidip bizde yat da sabah kalk yine dolaş." "Peki" diyor. Gidip yatıyor orda. Yiyor, içiyor, yatıyor... Oluyor sabah. "Dolaş , gel yine burada yat." diyorlar. O da "Kimseye söylemeyin ama." diyor. Günde o söz, günde o söz; her gün böyle ediyor. Ev sahibinin kızı varmış. Oğlan diyor, "Ben padişahın oğluyum ama, param yok, pulum yok. Beni böyle evlendiriyorsan evlendir." Evlendiriyor. Hanımına diyor, "Annenler ne oldu?" "Pişecek bir şey bulamadılar. Bugün borçla bir şey almaya gittiler." Kalkıyor bu, gidiyor. "Allah’ım ben nasıl iş ettim! Bu nasıl iş oldu başıma geldi?" diyor. Sokakta ayağı bir beyaz taşa dokunuyor. "Bu nerden çıktı! Az kaldı beni bıraksın." diyor. Taşı o tarafa itiyor ki, bir kapı. Kalkıp içeri giriyor. Giriyor ki, iri yarı bir arap; kılıcını böyle sallıyor!.. Diyor, "Yiğit, sen nerden geldin, ben senin hazineni bekliyorum. Öldüm, daha kolum kalçam kırıldı. İşte hazinen senin." Kadın diyor kayboluyor içeri giriyor ki ne girsin; daha neler var içeride. Daha ne altın taclar var. Koynuna cebine doldurup geliyor. Geliyor ki, hanımının annesi daha gelmemiş. "Yahu benim babam ölmüş. Ben padişahın oğluyum. Hazinesi bana gelmiş. Git annenleri bul da gel ki, gidip alıp gelelim. İşte, bunları göğsüme, cebime koydum aldım geldim. Kaynanasını, kaynatasını, hanımını alıp gidiyor. Çuvallara dolduruyor, dolduruyor... Altınlar taşıyorlar. Padişahın hazinesini getiriyorlar. Yine üstüne kapatıp geliyorlar. Her şey yaptırıyorlar, zengin oluyorlar. Kalkıp diyor ki, "Gidip bakayım, bana altın veren kadın ne oldu, ben de ona bir iyilik edeyim. " Gidiyor saraya ki, saray yıkılmış, kapı baca yok. Oradakilere soruyor; onlar da diyor ki, "Onun kocası öldü, kendi de bir yerde hizmetçilik yapıyor." "Nerde, onu bana gösterin." Götürüp gösteriyorlar. Kapıyı çalıyor, "Seni bir bey çağırıyor." diyorlar. Demek ki arkadaşlarından birisidir Kapıyı açıyor. "Valide, zamanın vaktinde sen bana üç tane altın verdin. Aklına geliyor mu?" Demiş, "Geliyor." " Eğer sen beni kabul edersen, ben seni anneliğe kabul edeceğim. Sen evlatlığa beni kabul edersen eğer, hanım edip oturtacağım." "Ben zaten hizmetçiyim burada." Alıp gidiyor bunu. Evine haber yolluyor. "Çabuk odanın birini süsleyin, düzenleyin annemi getiriyorum. Babam öldü, annem ortalıkta mı kalacak!" Bunlar kalkıyorlar odaları süslüyorlar, düzenliyorlar... Annesini götürüyor. Hanıma elbise kestiriyor, kuşatıyor; alıp geliyor. Hanımın koltuklarına giriyor; üst odalara çıkartıyorlar. Hanım yerleşiyor oraya. İşte hep beraber yiyip içip, muratlarına eriyorlar. (Fatma TANYILDIZI).
KIZLAR BABASI
Bir varmış bir yokmuş, bir adamın altı tane kızı varmış. Komşusunun çocukları da hep oğlanmış. Hiç kızı yokmuş. Oğlanın babası devamlı, "Kızlar babası geldin mi yine?" diye alay ediyormuş. Bir gün, beş gün... Adam oturuyor düşünüyor, ağlıyor. " Kurban olduğum Allah, bana da bir oğul evladı verseydin böyle demezlerdi." diyor. Küçük kızı geliyor, " Baba niye öyle düşünüyorsun, niye ağlıyorsun?" " Hiç kızım.." "Yok baba, derdin ne ise söyle." diyor. " Kızım böyle böyle... Allah hiç değilse sizin birinizi oğlan verseydi, bana böyle demezlerdi. Falan adam bana yerli, "Kızlar babası geldin mi, kızlar babası geldin mi?" devamlı böyle diyor, mahcup oluyorum." " Baba neye mahcup oluyorsun! Çabuk kalk git de ki, senin büyük oğlunla benim küçük Kızımı yollayalım çalışmaya gitsinler:" "Olur mu kızım, sen kızsın?.. Sen nasıl çalışırsın?.." "Yok baba! Gidip söyleyeceksin." Kalkıyor bu adam gidiyor. Yine "Kızlar babası geldin mi?" diyor. "Geldim." diyor. Senin büyük oğlunla benim küçük kızımı gel çalışmaya yollayalım." Adam da biraz şişiyor; güveniyor hani oğluna. "Tamam! Yollayalım." diyor. Kalkıyorlar yiyecek yapıyorlar, yolluyorlar bunları. Bu kız da kalkıyor erkek elbisesi giyiniyor, yolda yiyecek bir şeyler yapıyor, her şeyini hazırlıyor kalkıp çıkıyorlar yola. Gidiyorlar, gidiyorlar... Gidince Fırat’ın başına geliyorlar. Şimdi Fırat'ı geçecekler ki o tarafa gitsinler. Nasıl geçsinler, geçemiyorlar. Bu oğlana diyor ki, "Böyle geçemeyiz. Sen bu fındık kabuğunu al, bu yandan al, bu yana dök ki su bitsin ki geçelim." Oğlan alıyor fındık kabuğunu, Fırat’ın suyunu öyle alıp aktarıyor fındık kabuğuyla alıp döküyor, alıp döküyor... Bu kız hemen atlıyor suya, yüzerek geçiyor karşı tarafa. Oğlan kalıyor orda. Gidiyor, gittiğinde bir şehre giriyor. Orda biriyle tanışıyorlar. Diyor, "Kimsin, nerden geliyorsun, nere gidiyorsun?" Diyor, "Ben yabancıyım. Çalışmaya geldim buralara." Diyor "Akşam, haydi bize gidelim. Misafirim ol da yarın bir iş buluruz." Oradan yardımcı oluyor, götürüyor bunu evine. Yedirip, içiriyor, misafir ediyor; yatırıyor. Yatıyor sabah oluyor, kalkıp diyor ki, "Yine akşam buraya gel. Hiç bir yerde kalma. " " Olur." diyor. O da gidiyor iş aramaya. Dolaşıyor ama, bu evin oğlu diyor ki, "Anne, bu oğlan değil. Bu kız. Kıza benziyor." "Oğlum, kız nasıl gelsin buralara, gurbet yerlere?" "Yok anne! Bu hiç oğlana benzemiyor, kıza benziyor." Ondan sonra bu kız iş bulup çalışıyor. Geliyor bu eve yine oturuyorlar. Yiyorlar, içiyorlar. Kalkıyor ki gitsin, diyor ki, "Anne, kız bu kız. Bu oğlan değil!" "Oğlum etme bu oğlan. Kız buralara gelemez. Nasıl gelsin gurbet yerlere?" "Yok anne!.. Parmakları yüzük yeri, kolları bilezik yeri." deyince; bir gün beş gün tutuyor diyor ki, "Oğlum kızsa gidin bahçede gülü toplayın, ikizin de altına serin. Üstünde yatın. Eğer güller solar diriliğini yitirirse anla ki kız. Güller solmazsa, diri kalırsa anla ki oğlan."' Gidip gülleri topluyor getirip yatağın altına seriyor yatıyor. Kızın da bir tane köpeği varmış. Bunların kapısını dinliyor, gelip bu kıza haber veriyormuş. Kız da gülleri toplamış yatmış, sabah yine gitmiş taze gülleri toplamış, getirmiş altına sermiş. Kurnaz bir kızmış. Kurnaz akıllı olmazsa çıkar mı yollara! Sabahtan kalkıyor yatakları topluyorlar, oğlan bakıyor kendi yatağının altındaki güller solmuş, onunkiler diri duruyor. Annesi diyor, "Oğlum nasıldı?" "Anne benimkiler solmuş, onunkiler solmamış." Diyor oğlum, "Sana demiyor muyum kız gelemez buralara." "Yok ana, bu kız ki kız. Parmakları yüzük yeri, kolları bilezik yeri." Kalkıp ertesi gün olur, der," Oğlum gidin hamama. Hamamda neyse anlarsın. Yıkan, birbirinizi yıkayın." Kalkıp bunu götürür hamama. Hamamda ne kadar ederse bundan bir şey anlayamaz. Kafasını sabunlar oğlanın kafasını da çabucak sabunlar oğlana görünmeden çabucak çıkar. Çıkar gelirler. Anası diyor ki, "Oğlum ne yaptınız?" "Hiç ana, ben başımı sabunlayana kadar o yıkandı. Hiçbir şey anlayamadım." "Oğlum imkân yok, kız gelemez buralara!" "Yok ana, kız ki kız ." Kız da küçük köpeği her gün tembihlermiş. Gider kapıyı dinler, ne konuştuklarını öğrenirmiş . Yine gidip kapıyı dinlerken , anası oğlana der ki, "Oğlum, bu sefer çıkın bacaya, bacadan aşağı çişinizi yapın. Kız mı oğlan mı o zaman belli olur." der , gidip gelip kıza haber verir. Tutup bu da gidip bir kamış alır. Bacaya çıkarlar. Başlarlar çişlerini yapmaya. Kızın ki oğlanınkinden daha ileriye gider. İnip, gelirler. Anası "Ne yaptın?" Der ki, "Onunki benimkinden ileri gitti!" "Oğlum etme, o oğlan." "Yok, o kız ki kız!" Bu kız epey çalışır, para kazanır. Öte beri alır anasına, babasına, kardeşlerine. Gelir oğlana bir mektup yazar. Der ki, "Oğlan geldim kız gidiyorum. Sen de beni arayacak olursan, falanca yerde, falanca Ahmet isminde bir adamın kızıyım." Mektubu yazıp bırakır. Sabah olur. Oğlan bakar ki ne baksın; hiç kimse yok! Kâğıt koymuş gitmiş. Kâğıdı alıp okur. Der "Ana! Ben sana demedim mi o kız! Gidip o kızı arayıp bulacağım. Kız burada çalışıyor, para kazanıp, döner. Döner ki yine oğlan Fırat’ın suyunu fındığın kabuğuyla ölçüyor. Oradan alıp oraya döküyor, oradan alıp oraya döküyor. Geçiyor bu tarafa. "Kalk, kalk da gidelim eve. Suyu bitirdin." Oğlanı kandırır, gelirler evlerine. Gidip babasının yanına. Der ki, "böyle böyle baba. Bakarlar kız her şeyler getirmiş. Üstler başlar. Giyinip, kuşanırlar, kızın babası çıkar dışarı, " Ey oğlanlar babası! Oğlun ne getirdi sana?" " Hiçbir şey getirmedi.." " Ya oğlunla övünüyordun ? Benim kızım bana neler getirdi. Benimki de kızdı." Bu adam daha da bu kızlar babasının karşısında konuşamaz. Bu oğlan da mektubu alır, gelir kızı bulur. Kızı ister; kızı alır düğün yaparlar. Yiyip içip yere geçerler. Siz de yiyin için muradınıza geçin. (Mahbup YAZICIOĞLU)
AKILLI KIZ
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir kız varmış. Bu kız bir gün dayısına misafirliğe gitmiş. Gitmiş ki orda komşularının kızları toplanmış, kendi aralarında yemekli eğlence yapıyorlar. Bu kız da yengesine demiş ki, " Yenge ben de yemekli eğlenceye gideceğim. Beni de gönder gideyim." Yengesi tandırı yakmış, çamaşır yıkamış. "Gidip su getireyim de ondan sonra. Sen de tandıra odun at." demiş. Bu kız, yengesi gider gitmez, tandıra mandıra odun atmamış, oradan yumurta çalmış, başörtüsünün altına saklamış, yağ çalmış göğsüne koymuş. O sırada yengesi gelmiş. Tandıra odun atmadığı için kızmış, sinirlenmiş. Başına nasıl bir tane vurmuşsa yumurtalar kırılmış, aşağı akmış. Göğsündeki yağ da erimiş, sonunda hırsızlığı ortaya çıkmış. Yengesi oturup sinirinden ağlamaya başlamış. Sonra siniri geçmiş, kalkmış bu kıza bir kap yemek yapmış, kalkmış yemekli eğlence yapan kızların içine göndermiş. Orada yemiş, içmiş, eğlenmişler. Kız eve geldiğinde evde misafir varmış. Tutmuş bu misafirlerden arta kalan yemekleri de yemiş. Gözü balda kalmış. En sonunda balın yerini de öğrenmiş. Dayısı uyuduktan sonra, bal küpünün yanına gelmiş. Bir eliyle yemiş doymamış. Bu sefer iki elini de sokmuş. Çıkaracağı zaman, eli küpün içinden çıkmamış. Uğraşmış, uğraşmış, bir türlü olmamış. En sonunda oralarda taş aramış, orada yatan dayısının başını taş zannetmiş, küpü dayısının başına vurmuş. Dayısı acı acı bağırmaya başlamış. "Hanım kalk! Kedi bal küpünü devirdi" demiş. Kız bakmış ki kimse anlamadı. Ellerini bir yere sürmeden gelmiş yatağına yatmış. Yengesi kalkmış dayısının başını sarmış sarmalamış, yıkamış, yatmışlar. Onlar yattı diye kız da kalkmış ellerini yıkamaya. Dışarı çıkmış bakmış ki petekliğe hırsızlar gelmiş. Korkusundan orda bulunan bir boş kovana girmiş, saklanmış. Hırsızlar her kovanı almış boşaltmışlar. Sıra kızın saklandığı kovana gelmiş. Bakmışlar ki çok ağır. "Bu ağır kovanı alıp gidelim." demişler. Kız çok korkmuş. Başlamış arı gibi vızıldamaya. Bunu duyan hırsızlar çok korkmuşlar. Bunda arı var diye bırakıp kaçmışlar. Kız da canını kurtarmış. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, kendi kendine bir iş düşünmüş. Dayısına gitmiş demiş ki, " Dayı kalk, seninle padişah hazinesine hırsızlığa gidelim. Dayısı, ".Etme yeğen, yapma yeğen! Sen bu işi nasıl yaparsın? Sen kızsın!.. " diye söylemiş. Kız da,." Ben bunu kafama koydum. Eninde sonunda ben bunu yapacağım." demiş. Sonunda dayısını razı etmiş. Kalkmışlar padişahın sarayına gelmişler. Kimseye görünmeden padişahın hazinesinden bir torba altın çalmış, eve gelmiş yatmışlar. Sabahtan tellalın sesiyle uyanmışlar. "Padişahın hazinesini kim açtıysa, padişah kızını ona verecek." Kız dayısına demiş ki, “Dayı kalk gidelim. Biz açtık diyelim." demiş. Dayısı, padişah kendilerini öldürür diye korkmuş, gitmemiş. Kız kendi başına kalkmış, bir eski elbise bulmuş, bir de başına bir deri parçası geçirmiş; olmuş Keloğlan. Gitmiş çıkmış padişahın karşısına. Padişaha durumu anlatmış, padişah çok sinirlenmiş. "Defol, sen kimsin ki benim hazinemi soyacaksın?" Bir iki gitmiş kabul etmemiş, en sonunda padişah razı olmuş, bunu huzuruna kabul etmiş. Padişah demiş ki, "Uzak bir ülkede bir keşiş var. Onu bana getirirsen, kızımı sana veririm." Bu kız kalkmış, dayısının yanına gelmiş, durumu dayısına anlatmış. Dayısı demiş ki, "Padişaha söyle, bir at, bir tabut, bir deste çivi, bir de zilli kürk verirsen, giderim, de." demiş. Kız kalkmış bunları padişahtan istemiş. Padişah hepsini yerine getirmiş. Kız ile dayısı yola çıkmışlar. Ata binmiş, az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler... Ve sonunda keşişin yanına varmışlar. Gitmişler ki keşiş de kilisede çocuk okutuyor. Kız Keloğlan kılığında, zilli kürkü giymiş, keşişin karşısına çıkmış. Kız sallandıkça, ziller çalmaya başlamış. Keşiş korkmuş. Demişler ki, "Vaktine hazır mısın? Canını almaya geldik." Keşiş de " Aman efendim, bana iki saat izin verin de çoluğumu çocuğumu göreyim de ondan sonra." " Yok!" demişler. "Çoluğun çocuğun buraya gelsin." Neyse, çoluğu çocuğu gelmiş görüşmüşler. Keşişi bağlayıp tabutun içine koymuş, ağzını da çivilemiş. Sonra atın üstüne atmış, getirmiş padişahın huzuruna çıkarmışlar. Keşiş korkusundan kan ter içinde kalmış. Padişah keşişin kafasını uçurtmuş. Daha sonra kızını Keloğlan'a vermeye uğraşmış. Keloğlan itiraz etmiş. Padişah şaşırmış! En sonunda olanı biteni padişaha anlatmışlar, padişah da kızı dayısına vermiş, kırk gün kırk gece düğün şenlikleri yapılmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü; biri anlatana, biri dinleyene, biri de söyleyene. (Ayşe AÇIKBAŞ).
KUYUDAKİ KADIN
Bir varmış bir yokmuş. Bir adamın çok büyük bir çiftliği varmış. Ailesi de çok kalabalık olduğu için giren çıkan, yiyen içen belli değilmiş. Oğlundan, torunları; büyüklü küçüklü kızlar oğlanlar dolaşıyormuş. Bunların içinde bir tanede ihtiyar kadın varmış. Bu kadın da o çiftlik sahibinin annesiymiş. Malları, sürüleri öyle çokmuş, öyle çokmuş ki; bu hayvanları sabahtan çiftliğe bırakıyorlarmış, akşam olunca da kendileri gelip ahırlarına giriyorlarmış. Sabahtan hayvanlar, sürüler otlamaya çıkınca eli iş tutanlar herkes bir işe gidiyormuş. Gel zaman git zaman sonra artık ne işe giden belliymiş, artık ne de hayvana, sürüye sahip çıkan! Koca kadın bu işe çok üzülüyormuş. Bir müddet sonra herkesin göreceği işi belli edip; kadınları ev işlerine, erkekleri tarla, bağ, bahçe işlerine yollamışlar. İlk zamanlar bu koca kadının sözünü hepsi de tutuyor ama, zaman geçtikçe bakıyor ki yine eski tas, eski hamam. Hiç kimse işine sahip çıkmıyor. Artık kendisi de yerinden kalkamayacak hale geliyor. Bu sefer de başlıyor oturduğu yerden çiftliği idare etmeye. Ona ayrı, öbürüne ayrı, yapacağı işleri yapıyor. Yapamadıklarını durmadan soruyormuş. Öyle bir zaman geliyor ki koca kadın gece gündüz durmadan konuşuyor; sinirinden eli ayağı da tir tir titriyormuş. Gelene bağırıyor, gidene bağırıyor. Çocukları uyutmuyormuş Bir ay, üç ay, beş ay... Bu kadının derdini böyle çekiyorlar. Kendisi uyumuyor diğerlerini de uyutmuyor. O çenesi hiç susmuyor. Herkes artık elaman diyor. Günün birinde toplanıyor bir istişare yapıyorlar. Diyorlar ki bu kadının dilinden usandık artık. Ölmüyor ki kurtulalım. Ne edelim. Ne etmeyelim derken bir tanesi diyor ki, "Gelin bunu o büyük bahçedeki kuyuya atalım. Hiç olmasa gözü bir şey görmez. O zaman dili de susar." Olur mu olur, diyorlar. Kadını götürüp dedikleri kuyuya atıyorlar. Kadın bu kuyuda bir iki gün kalıyor; herkes sevinmeye başlıyor. Ohh…!Ne iyi ettik de bu koca kadını kuyuya attık. Hiç olmazsa dilinden kurtulduk diyor, çok seviniyorlar. Üçüncü günü akşam oluyor, iyice karanlık basacağı sırada bir ses geliyor. Bu sesi hepsi duyuyor ama, acep bu ses ne, nereden geliyor diye sağa sola bakıyorlar. Sesi takip ederek geliyorlar ki koca kadın kuyuda at gibi kişniyor. O ona, o ona işaret ediyor, gelip kuyunun başına toplanıyorlar. Kadın yine devamlı at gibi kişneyip duruyor... Bir tanesi diyor ki," Allah Allah!.. Bu böyle etmiyordu! Acep hastalandı mı, acıktı mı? Bu niye böyle ediyor?" Bir tanesi gidip biraz ekmek getiriyor, kuyuya atıyorlar. Bakıyorlar ki yoook; kadın yine devamlı bağırıyor. Bakıyorlar ki olacak gibi değil. Kadını kuyudan çıkarmaya karar veriyorlar. Çıkartıyorlar. Koca kadın yine kişniyor! Bir tanesi soruyor, "Derdin ne, niye kişniyorsun?" Koca kadın da diyor ki, "Ohooo…! Hacı Veyis kavun satıyor. Haydi hepiniz toplanın bakayım." Hepsi toplanıyor, koca kadın, "Bak karanlık bastı, hâlâ küçük tay gelmedi. Hiç birinizin haberi var mı?" Bunu duyunca ahıra gidip bakıyorlar ki, hakikaten küçük tay ahırda yok. Kadının bu sözüne hepsi utanıyor, yerin dibine giriyorlar. Bir tanesi diyor ki, "Demek ki bu kadın boşuna konuşmuyormuş! Bakın hiçbir yeri görmediği halde, küçük tayın gelmediğinden haberi var. Öyleyse gelin bunu eve alalım, hem de odanın en üst köşesine oturtalım. Bu olmazsa acep bizim halimiz, bu çiftliğin hali ne olur?" Hepsi hak veriyor, koca kadını tutuyor evin üst başına oturtuyorlar. Artık koca kadın ne diyorsa hiç iki bir etmiyorlar. Çiftlikleri daha da büyüyor, yiyip içip, muratlarına geçiyorlar. (Münevver UÇAR)
ÇİFTÇİ
Bir varmış bir yokmuş, vakti zamanın birinde bir çiftçi varmış. Tarlada çift sürerken sabanın demiri bir yere takılmış. "Sabanı kıracağız" demiş. Sabanı geri çekmiş. Orayı kazmış, bakmış bir küp altın çıkmış. Bir küp altın! Oradan da bir tahsildar geçiyormuş. Demiş ki "Kardeş ben bir küp altın buldum, gel ki seninle paylaşalım.” Adam gelip, hemen vazgeçiyor. Diyor ki, "Yahu sana sesleniyorum , bu tarlaya kaç teneke tohum gider onu soracağım sana." Adam, "Ben ne bileyim senin tarlana kaç teneke buğday gittiğini" deyip, gidiyor. Yine adama arkadan bağırır "Hey! Ben bir küp altın buldum gel seninle paylaşalım." Adam yine dönüp geliyor, "Baba ne diyorsun?" Yine vazgeçiyor, "Şey... Benim bu öküzlerim kaç yaşında?" Adam iyice kızıyor git, serseri oğlu serseri! Sen de benimle mi oynuyorsun?" deyip, bir daha gidiyor. Yine adamı çağırır," İşte bir küp altın" deyip küpü gösterir. "Gel bölüşelim” diyor. Adam dönüp gelir . Tahsildara der ki "bu altınlar senin olsun küp de benim." Adamın da üç tane kızı varmış. Diyor , "İki tane de altın alayım da kızlara göstereyim yoksa inanmazlar." Neyse küpü alıp evine gelir. Kızlar da öküzleri ahırda bağlıyorlarmış. Diyor, "Kız öküzleri bağlamayın, gelin. Bir küp altın buldum, işte küp, altınları da bir adama verdim. İnanmazsanız işte iki tane de aldım." Adamın da tahtası eksikmiş, biraz sersemceymiş. Kızlar şaşırırlar. " O nasıl söz baba!" diyorlar. Adam da, " işte küp, işte altın. İnanmazsınız diye iki tane de altın aldım" der " Oy! Baba nereye gitti o adam?" O da, "Filan yerden falan yere gitti" der. "Pekâlâ." Kızları ağlar, sızlar ne edelim bir iş yapalım” derler. "O adamın peşine gidelim" derler. Süslenirler üç dört şişe rakı, üç dört şişe su doldururlar. Bir avuçta soba kömürü ceplerine koyup giderler. Gidip sorarlar "buraya tahsildar gelmiş, nerede misafir?" diyorlar. "Muhtarın odasında misafir." "O muhtarın odasını bana gösterir misiniz? derler. "Orada işte " Bekliyorlar gece yarısı olur. Gidip kapıyı vururlar. " O kim o?" Diye içeriden bağırırlar. Bunlar da "Yahu tahsildar bey. Biz babamızın misafirlerinin gönlünü eğlendiririz. Aç kapıyı ki içeri gelelim. Biz bu evin kızlarıyız." "Tamam." deyip . Kapıyı açar kızlar içeri girer. Otururlar masaları kurarlar hanım senin ismin ne? İsmini bağışla." "Benim ismim Bana Benzer Hanım." "Küçük Hanım senin ismin ne?" "Benim ismim de Benden Beter Hanım" "Küçük Hanım senin ismin ne?" "Nerede oynayayım Hanım." Bu kızlar bu adamı sarhoş edip, heybenin altınını alıp doğru evlerine giderler. Babasının haberi yok. Tahsildar uyanır kendine gelir ki ne gelsin. Ne kızlar var, ne altınlar... Ayrıca bir de tahsildarın parası varmış. Onu da götürmüş. Adam delirir. Adam der ki, "Ben yine gidip o adamın tarlasını bulayım, sorayım belki altınları bulurum." Kalkıp gidiyor adam tarlasını bulur Oradakilere sorar: "Bu adamın neyi var, neyi yok? " Onlar da diyor ki, "Onun üç tane kızı var" diyorlar. Adam gidip bunları şikâyet eder, Der ki, " Bu adam benim altınımı çaldı." Adamı alıp götürürler hapse koyarlar. Hapse götürürken adamın kızlarıyla karısı ağlar sızlarlar. Derler "Hakim Bey, bizim bu adam deli, aklı eksik." "Yok!" derler iddia ederler. Derler ki, "Aklı eksik olmasa tahsildara altın buldum der mi?" "Demez tabii" derler. Ne derlerse yine jandarmalar götürür. Adam hapiste yatarken, hakim gardiyanlara der ki: "Siz bu adamı gözetleyin. Yemek verdiğiniz zaman bakın yine delilik yapıyor mu ? Ona göre biz bunu dava edelim" der. Gardiyanlar, yemek yerken anahtar deliğinden, pencereden bunu gözetlerler. Bakarlar ki bu adam eliyle ayağıyla oynuyor. Acayip hareketler yapıyor. Gelip diyorlar, "Hakim bey bu çeşit çeşit hareketler yapıyor." Diyor ki, "Alın getirin onu buraya!" Kızların babasını getirirler hakimin huzuruna çıkarırlar. Der ki, "Oğlum sen ne yapıyorsun elinle ayağınla?" Der, "Hakim Bey küpün ağzı küçük, içinden çıktı bir heybe altın. Ben diyorum ki acaba bu küpün ağzından bu kadar altın nasıl sığdı da çıktı küçücük yerden!.. Ben onu düşünüyorum" der. Hakim der ki, "Berat edin bunu, atın dışarı, tahsildara da yol verin gitsinler. Bunlarla mı uğraşalım" der Yiyip içip muratlarına ererler. (Fatma TANYILDIZI).
SERÇE
Varımış, yoğumuş, bi dene serçe varımış. Serçenin de bi dene ihtiyar nenesi varımış. Bir sürü de arhadaşı varımış. Her gün sabahdan gahıymış arhadaşlanyla barabar oynamıya gediymiş. Nenesi de ihtiyar halıynan ona bi lohma yemek büşiriymiş, ekmek büşüriymiş. Geliymiş bârabar yeyiylermiş. Bir günde arhadaşlarıyınan gine oynamaya getmiş, oralarda oynıyken serçenin ayağına bi tiken batmış. Nasıl ganlar ahmış, nasıl ağlamış. Arhadaşları da peşi sıra bunun gollarına girmişler, gel¬miş zorunan nenesinin yanına getürmüşler. Nenesi demiş, "Yavrum oy!.. Niye ele ediysen? Ayahların niye ele ganadı?" Demiş ki, "Nene, ayağıma bi tiken battı hele sus. Daha duramıyam acısından." Nenesi geliy haman zornan dutıy bunun ayağındaki tikeni gıcır gıcır çıhardıy, çıhardıy ki ebile gosgoca tiken. Deyiy ki, " Nene sakkın atma tikenimi ırafa göy ki arhadaşlarımın hepsine gösterim. Bahsınlar benim ayağıma ba¬tan gosgoca tikeni, herkes görsün." Ayağını getüriy bi dene çapudunan bağlıy. Serçe de hoppıdı hop, asgıya asgıya gediy arhadaşlarının yanına. Öbür arhadaşları deyiyler , "Serçe niye asgıysan yavu?" "Niye asgımıyım ayağıma bi tiken battı, ebile gocaman. Ninem zorunan çıharttı." Onlar da güliyler. " He yalan söleme, o gadar tiken heç bi serçenin ayağına batar mı?" "Gelin götürüm de bahın. Gocaman, nenem ırafa goydu." Neyse bu arhadaşlarıynan gonuşmada olsun, nenesi de eğmek büşürecegimiş tanduru ediy ki yaha. Ediy ediy yanmıy. Hışır tökiy yanmıy, kâğıt yahıy yanmıy. Odunları yaşımış. Deyiy ki, " O serçenin ayağına batan tiken gurıydı, getürüm bıra-hım da yansın. Getüriy o tikeni küvlenin öğüne bırahıy, üfliy müfliy; neyse tanduru başlıy yanmaya. Tandur yahıy yenduriy oturıy ekmek büşürmeye, bi deste ekmek bü-şiriy, orıya goyıy. Serçe de arhadaşlarını peşine tahıy getüriy ki tikeni göstere, "Gelin de bahın hele gelin. Nenemin ayağımdan çıharttığu tikeni göresiz." .Siz ele inanma¬yın." Haman segürderek geliy, "Nene hele o ayağımdan çıharttuğun tikeni ver ki gör¬sünler arhadaşlanm." deyiy. Nenesi de deyiy ki, ""Vula ayahlara ölüm, nettim ettim tandur yanmadı. Odunlar yaşıdı, onu bırahdım da yandı. Ekmek büşüriyem. Yah-dım, daha göremezler." Bele dedükleyin, serçenin bi zıddına gediy bi zıddına gediy,"Nene baha bah baha; sen beni büliy misen? Ben o yannı geçerem, bu yannı geçerem. Sen ö büşürdüğün bi deste ekmeği alur gaçaram." "Ayahlara ölüm, anam babam, etme eleme. Ihtiyaram zatan. Zornan büşüriyem. Gaçurma ekmeklerimi!.." Gine deyiy, "Yoh... Sen benim tikenimi yahdın, ben senin ekmekleriyi alur gaçaram." Neyse o yannı geçiy pırr, gediy duvara gonıy. Nenesi de deynek elinde, "Ulan get o yannı, ol¬maz alasan, gırh zorunan buşürdügüm ekmekleri alıp gideceksen." Neyse serçe o yannı gaçıy, bu yannı gaçıy, bi desde ekmeği nası gagardına vurıysa eğer pırr alıy gaçıy. Nenesi ağlıy, sızılıy, gargış veriy, "Baba yiyesen, davun yiyesen, zornan büşürmüşdüm; aldın gaçtın. Sen benim başıma bela oldun." deyiy. Serçe havalanıy bi deste eğ¬meği alıy gediy. Gediy gediy, bi dağın başına gediy, bahıy ki orda bi sürü davar göriy. Haman yavaş yeniy, ekmekleri bi daşın dibine goyıy; gediy çobanın yanına. Gediy ki çoban da südü sağmış, goymış tasa. İçine de goyunların gıldiklerinden doldur¬muş. Deyiy, "Nediysen çoban gardaş bele? Çoban da deyiy, "Nedim, süt sağdım, içine de gıldikleri doldurdum, yiyecem." "Bırah." deyiy. O pislik yenür mü? Tök onu, yeniden süt sağ. Ben saha ekmek getürürem dorğıyah içine de barabar yiyek." Çoban da deyiy, "Deli mi, ahıllı mı; serçe nerden alıy ekmeği?" İnanmıy. "Get getür. Gözümünden görüm de ondan sonra töküm." deyiy. Gediy getüriy bi deste ekmek; lavaş ekmekler. Çoban inanıy, "Allah Allah! Demek ki yalan söylememiş." O südü tökiy, yeniden temiz süd sağıy. Serçe deyiy, "Sen bu ekmekleri dorğa. Ekmekleri dorğıyana gadar ben dağı daşı dolanım gelim. Barabar yiyek sennen. "Pekâla." deyiy. Ekmekleri dorğıy südün içine, serçe gediy ; bi gelmiy, iki gelmiy. Herif bekliy, bekliy... Nerdey-se davarı köve götüreceh. Güneş aşacah zaman olıy, serçe gelmiy. Eyice acıhıy da. Deyiy ki, "Gelmezse gelmesin, serçeden mi gorhıyam. Gelende o da bişeler yesin." Oturıy südünden ekmeği yeyiy. O yeyiy bütüriy, bahıy ki serçe pırr geldi orıya gondu. "Çoban gardaş, çoban gardaş, ele bi acıhdım ki hele getür ekmeğimizi yiyek." Deyiy, "Vallaha serçe gardaş, bekledim, bekledim gelmedin. Hamur oldu, yedim. " Deyiy ki, "Baha bah! Sen benden alay mı ediysen? Sen beni büliy misen? O yannı geçerem, bu yannı geçerem; senin bi gınalı goçıyı alur gaçaram." Çoban da bi gakkıltı atıy, "Sen mi benim gınalı göçümü alacahsan da gaçacahsan? Serçe bi goçu götürebülür mü, götüremez mü?" Davarın içinde de bi dene muhtarın goçu vanmış gınalı. Gırık boynuzlu bi goç. Ama mor goç. insan gıymıymış ki baha; tepür guyruhlu bi goç. Davarların hepisinden üsgeg durıymuş o. Serçe o yannı uçıy pırr, bu yannı uçıy pırr; döniy dolanıy, geliy goça hemen bi pençeyi çalıysa eğer, havalanıy. Çoban deyiy, "Valla assahdan götüriy, bu nediy bele!.." Segürdiy, gavuşamıy, deynegi atıy gavuşturamıy. Yerde degül ki itleri kışkılatsın; yahut gendi getsin. Göğe yuharı gediy. Eli yetmiy, ayağı yetmiy zavallı çobanın. Döne döne alıy gediy gınalı goçu. Çoban deyiy ki, "Ya Rabbi! Cine mi rastladım, şeytana mı rastladım? Bu nasıl iş, geldi başıma? Getsem şimdi, muhtara desem serçe gaçurdu, bennen alay edecek, belki de govacah işimden. Ey yalan söylesem, ben buna nasıl yalan söliyim?" Şaşurdıy galıy. "Ya Rabbi' Sen baha yardım et." Neyse alıy geliy davarı. Artuh davarı alıp gelmede olsun, daha bülmiyem muhtar inanmış mı inanmamış mı; çoban netmiş. Biz gelelim serçe¬ye, serçe bu goçu havada götüriy. Gediy gediy başga bi kövün üstüne gediy. Orda kövün üstünde bi tur atıy, bahıy düğün var, galabalıh var. Davul-zurna sesleri geliy... Haman kövden dışardaki bi yerde yavaşça yeniy, göçü orıya bırahıy, gediy o düğün olan yere. Gediy ki orada horanlar dutıylar, ırakkılar içiyler, oynıylar. Bi tarafta da gazanlar gurmuşlar, kedileri, köpekleri hep kesiyler ki büşüreler de yiyeler. "Vula!"deyiy, "Bırahın o kedileri, köpekleri, itleri, pislikleri. Onlar yenmez. Ben size goç getürüm de onı yeyin." Kimisi deyiy," Vala assahdan da goç varsa eğer onu yiyek. Bu iti, pisiği yemiyek." Kimisi de deyiy, "Yavu o götü bohlu serçenin sözüne mi inanacavuh? Serçe goç getürebülür mü? Siz kesin onnan ki, yiyek de gidek gelinimizi getürek." İnanmıysanız eğer gedim getürüm de bahm, ona göre kesin." Haman gediy goçu gagardına vurıy, alıy geliy. Döne döne getüriy yaturıy orıyaya ki, bahıylar ne goç!. Emme bile, tosun kimin goç. Haman çabucah goçu kesiyler, derisini soyıylar. Gazanlara goyıylar, bunun altını yahıylar. Serçe deyiy ki "Siz bi gazanda pilav büşürün, eti de üs¬tüne didin. Siz onları edene gadar ben de gedim dağı daşı dolanım gelim, barabar yi¬yek. Gediy dağı daşı dolanmaya. Bunlar da eti bişüriyler , etin suyana da pilav bişüriyler; gocun etini didiyler üstüne yayıylar. Bekliyler, sabursuzlanıylar. Burcu bur¬cu gohıy goçun eti. Bi denesi deyiy ki, "Yemeyin, serçe de gelsin ondan sorna yiyek." Öbürü de deyiy, "Yavu o da gelenden yesin yesin bi lohma bişe. Ondan gorhacavuh!.." Başga biri de deyiy, "Bunda bi iş var. Serçeye benzemiy. Öbür serçeler kimin olsa, goçu getüremezdi. Bunda bi iş var!.. Hele yemiyek, bekliyek. Sorna bunun altında bi iş çıhar." Bekliyler bekliyler, bahıylar ki daha vahıt geçti, daha gelin getürmeye vahıt galmıy. Deyiyler ki, "Gelin yiyek de, gelürse yesün, gelmezse yemesin." Neyse onlar yeyiyler, içiyler; sufrayı toplıyım derken, bi de bahıylar ki serçe de geldi. Geliy gonıy orıya, "Cik cik cik... Hele getürün ki yiyek yemeğimizi de gidek gelini, getürek." Deyiyler, "Serçe gardaş, bekledük bekledük gelmedin. Soğudu , bizde yedük." Deyiy ki, "Hımmm... Soğur! Ben size ele bi oyun oynıyım ki, göresiz beni yemeğe beklememeyi!.." "Amaan!.. Sen ataş olsan, oylumunca yeri yaharsan. Sen bize ne oyun oynıyacahsan eğer oyna. Haydi çabucah çekin atları. Davulu zurnayı düşürdün düvürün önüne gidek, gelini getürek." Serçe ordan havalanıy. "Bunlar gediyler, giz evinin gapısına, habiresler basa basa oynıya güle davullar, zurnalar çalma çalına gelini bindüriyler ata. Yengeler peşine düzüm düzüm düziliy. Atın gulağma püsgülleri bağlıylar, süslüyler, beziyler. Gızın gaynı geliy atın başını dutıy, düğünü getürmekde olsunlar; serçe de havada dönmeye başlıy. O yannı döniy, bu yannı döniy. Ama or¬da deyiy ki, "Ben o yannı geçerem, bu yannı geçerem, sizin gınalı gelinizi alur gaçaram." Bunlar güliyler, alay ediyler. Neyse, döniy, dolanıy haman bi fırsatına getüriy, geline nasıl bi pençeyi çalıysa eğer, alıy havaya doğru gediy. Haman peşinden tüfenkler atıylar, deynekler atıylar. "Serçe gardaş, getür, serçe gardaş getür. Tek biz saha üç dene goç getürürük. Getür." Yalvarıy , yaharıylar. Serçe de artuh alıy gediy geli¬ni. Heç birini eşitmiy. Götüriy, götüriy, gelini gagardına dolandurıy, bahıy ki başga bi yerde çoban sürüsünü toplamış, köve götüre. Yeniy bunun yanma, gelini goyıy daşın dibine; gediy çobanın yanına. Gediy ki çoban da arhasmı vermiş daşa, gavalı almış eline öttüriy. Deyiy ki, "Çoban gardaş, çoban gardaş! Gel gavalı ver baha da, ben saha bi gelin verim." Çoban güliy, Serçe gardaş" deyiy, "Sen nerden alasan gelini de baha veresen.!" "Senin neye galmış, sen degişiymisen, başa baş değişmiymisen?" Gelini veriy çobana. Bekâr çobanımış. "Yahu, bu nasıl has bi şe oldu. Göğden mi düşdü. Allah mı yardım mı etti?" Haman gelini de alıy, sürüsünü de alıy kövün yolunu dutıy. Serçe de çıhıy üsgeg bi daşın başına, alıy gavalı eline. Ayah ayağın üstüne atıy. "Düddüdüdüü, düddüdüduüü... Bir tiken verdim, dört ekmek aldım, düddüdüdu¬üü, düddüdüduüü... Dörd ekmek verdim, bi gınalı goç aldım düddüdüdüü... Bi gınalı goç verdim, bi allı gelin aldım, düddüdüduüü... Bir gelin verdim bi gaval aldım, düd¬düdüduüü... deyiy, ondan sonra gavalı da atıy daşdan aşşağı, parça parça ediy. Gendi de uçuy pırr ediy, gediy; yeyiy içiy, muradına geçiy. (Aysel KARAÇAY).
REFERENCES/KAYNAKÇA
KARA R.(1996). Erzincan Masalları / Metinler-incelemeler, Cilt: I-II Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum
ÖZKAN A.(2008). Karakter Özellikleri İtibariyle Erzincan Masallarında Tipler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya
SAKAOĞLU S.(1999). Masal Araştırmaları, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 2.
SEYİDOĞLU B.(1985).Masal, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, C.: 6 (149)
https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp