Bir toplumun yaşayış biçimi, sanatı, ahlak anlayışı, hatıraları ve geleneği bir araya geldiğinde kültürü meydana getirmektedir. Kültürü oluşturan bu temel unsurların gerek İslam öncesi gerekse de İslam’ı ferdî cihetten cemiyet cihetine giden bir istikamette kabulden sonraki süreçlerde, tüm yankılarıyla edebiyata yansıması kaçınılmaz bir vaziyete imkân tanımaktadır. Bu yansımanın sadece bir bölümü ve konumuza esas teşkil eden âşık ve âşıklık geleneği, âşık edebiyatı çerçevesinde geçmişten bugüne çekirdek yapı diyebileceğimiz öz varlığını ve karakteristiğini korumakla birlikte kültürün dinamik yapısının bir icabı olarak gelişim ve değişimini yine bu temel varlığını muhafaza etmek suretiyle devam ettirmiştir.
Türk kültür tarihi içinde ozanlık geleneği, en eski ve köklü anlatım kurumlarımızdan birisidir. Bu kurum, tarihi süreç içerisinde geçirdiği birtakım içtimai ve kültürel değişim sonucu “âşıklık geleneği” adıyla varlığını sürdürmüştür. Orta Asya bozkırlarından başlayarak hayatımıza giren ozanlık geleneği veya kurumu, İslamî kültür çevresine girmemizden, batıya yapılan göç ve neticesinde ortaya çıkan yeni yerleşik hayattan bir süre sonra, geçirdiği değişim, dönüşüm ve gelişim sonucunda bu hüviyetini kazanmıştır (Özarslan, 2001: 1).
Halk edebiyatının bir kolu olarak İslamiyet öncesine kadar uzanan âşık tarzı şiir geleneğinin ilk temsilcileri olan “ozanlar” şiirin/sözün etkisini artırmak için sazın ilk şekli olan kopuzu kullandıkları bilinmektedir. İslamiyet’in kabulüyle muhteva başta olmak üzere çeşitli yenilenmelerin yanı sıra geleneğin adlandırılmasında da değişiklik yaşanmıştır: 16. Yüzyıla kadar bilinen “Ozanlık Geleneği”, bu yüzyıldan itibaren yavaş yavaş “Âşıklık Geleneği” olarak anılmaya başlamıştır (bkz.: Özdemir, 2011: 131).
Türk milleti, edebiyatı ve bilhassa halk edebiyatını, geçmişten bugüne kadar hayatın her aşamasında kuvvetli derecede işlevli kılmış, çocuk uyutmaktan göçlere ve savaşlara varıncaya kadar edebi bir anlatımı canlı tutmuştur. Bu canlılığın meydana getirdiği âşıklık geleneği de yüzyıllarca işlenerek tüm zenginliğiyle kültür aktarıcılığı görevini üstlenmiştir. Geleneğinin yürütücüsü olan âşıklar, halk arasında saz çalan kişiler olarak görülmüşlerse de birden fazla işleve sahip oldukları göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir: İrticalen şiir söyleyen, saz çalan âşıklar atışma yapabilme kabiliyetine de sahiptirler.
Elbette ki âşıklık sadece saz ve sözden ibaret değildir. Âşıklar aynı zamanda sosyal yaşamın da en önemli takipçilerindendir. Özellikle de halkın duygu dünyasını, fikir hayatını, aksaklıklarını ve yeri geldiğinde de haklarının savunucusu olarak ön plana çıkan âşıklar, yaşadığı toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerini açığa kavuşturan kimseler olma özelliğini taşımışlardır. Âşıklar, geçmişle gelecek arasında köprü vazifesi üstlenmiş, kültür ve sanatın taşıyıcısı olmuşlardır.
Âşıklarda olması gereken nitelikleri net bir şekilde özetlemek gerekirse;
1. Saz çalma,
2. Mahlâs alma,
3. Bade içme / Rüya sonrası âşık olma,
4. Usta – çırak ilişkisi,
5. Âşık karşılaşmaları/Atışma
6. Leb-değmez söyleme,
7. Muamma,
8. Dedim – dedi tarzı şiir söyleme,
9. Tarih bildirme (Yardımcı, 2002: 175)
Erzurumlu Âşık Mevlüt İhsanî, bir dörtlüğünde âşıklığı şu dizeleriyle özetler;
“Sorma âşıklara kimin nesidir
Âşıklık Allah’ın hediyesidir
Ruhun arzusudur kalbin sesidir
Ne ölçen hisseder ne tartan anlar” (Düzgün, 2015; 307)
Mevlüt İhsanî, dizelerinde âşıklığın manevi boyutlarına vurgu yapmaktadır. Yüce bir el tarafından gönüllere düşürülen aşk’ın ilham, şevk ve manevi bir kudretten beslendiğini hatırlatmaktadır.
Erzincan Âşıklık Geleneği
Âşıklık geleneğinin yüzlerce yıllık tarihî seyri içerisinde, Anadolu coğrafyasında da bulunmuş ve bu coğrafyanın halkı birbirinden kıymetli âşıklar yetiştirerek bu âşıkları ve âşıkların nadide eserlerini medeniyetimize armağan etmiştir.
Söz konusu gelenek tarihsel ve siyasi süreçler içerisinde zamanla Anadolu coğrafyasına ve bu coğrafya içerisinde yer alan Erzincan iline de taşınmıştır. Özellikle Doğu Anadolu coğrafyasında yaşam bulan âşıklık geleneği çeşitli farklılaşmalarla günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.
İrticalen dörtlükler düzüp atışmalar yapabilen âşıkların yetişmesi genellikle usta-çırak ilişkisi, rüya ve rüyada bade içme veyahut medrese eğitimi ile gerçekleştirilirken göz ardı edilmemesi gereken önemli bir diğer husus ise âşıkları yetiştiren toplumların şartlarıdır.
Şüphesiz ki âşıkların gönül deryasını dolduran bir takım toplumsal sorunlar, acılar, kuraklık, savaş, göç gibi meseleler ile birlikte hayatın maddi ve manevi güçlükleri, ayrılık, aşk gibi bireysel duygular da bu altyapıyı oluşturan etmenlerdendir. Tüm bu koşulları içerisinde barındıran Erzincan ili de pek çok âşığa ev sahipliği yapmıştır.
Anadolu coğrafyası göz önüne alındığında; Erzurum, Erzincan ve Kars yöresi başta olmak üzere Doğu Anadolu bölgesinin gelenekteki yeri son derece mühim ve kıymetlidir.
Osmanlı devletinin son dönemlerinden başlayarak Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar gelen süreçte; yaşanılan işgal, savaş ve göçler ile Ermeni ve Rus mezalimleri karşısında bu coğrafyanın yaşadığı acılar bölge insanının duygu dünyasını zenginleştirmiştir. Bu durum göz önüne alındığında âşıklar, yeri gelmiş cenk etmiş, yeri gelmiş sazı ve sözüyle milli ve manevi duyguları canlandırarak halka önderlik etmişlerdir.
Konumuza esas olan Erzincan vilayeti de bu kültür zenginliğinden nasibini almıştır. Milli mücadele döneminde Ermeni ve Ruslar tarafından işgal edilen Erzincan bağımsızlığına sahip çıkarak düşmanı def etmeyi başarmıştır. 1939'da şiddetli depreme maruz kalan şehir harabeye dönmüş, taş üstünde taş kalmamış, binlerce insan yaşamını yitirmiştir. Ayrıca bölgenin zorlu iklim şartları, mevsimler arası sert geçiş, soğuk kış geceleri ve coğrafi özellikleri yaşam şartlarını iyiden iyiye güçleştirerek, ekonomik çeşitliliğin oluşmasını sınırlandırmıştır.
Elbette tüm bu unsurlar Erzincan’da derin yaralar açmıştır. Bu yaralar âşıkların duygu yüklü dünyasına ilham katmak suretiyle Âşık geleneğinin ön plana çıkmasına vesile olmuş, Erzincan’ın millî ve manevi ruhuna, toplumsal ahlakına ve kültürel zenginliğine de katkı sağlamıştır.
Başta bu etkenler olmak üzere geleneğin Erzincan’da devamlılık bulmasında etkili olan pek çok unsur söz konusudur; Erzincan halkının hoş vakit geçirme arzusu, özellikle televizyonun yaygınlaşmadığı dönemlerde akşam vakitlerini boş geçirmemek, bu vakitleri verimli hâle getirmek adına âşıklardan hikâye, müzik veya atışma dinleme isteği, olay örgüsünün merakı, hikâyelerde ve şiirlerde geçmişin derin izlerinin yankı bulması ile geleneğe ve geçmişe duyulan nostaljik heyecan ve âşıklığın kaynağını toplumun dinî inanç ve sosyal pratiklerinden alması, yani topluma toplumun yaşamından kesitler sunması gibi pek çok faktör Erzincan’ın bu geleneği sahiplenmesine, yaşatmasına ve aktarmasına imkân sağlamıştır.
Âşıklığın meslekî boyutu düşünüldüğünde, âşıklar gerek kahvehanelerde gerekse köy odalarında icra ettikleri programlarla ekonomik kazanç sağlamışlardır. Okullaşma oranının düşük, teknolojik gelişmelerden uzak, ekonomik uğraşların kısıtlı ve toplumsal birliğin pekişmiş olduğu bölgelerde âşıklık geleneğinin yaşam süresi de daha uzun olacaktır.
Âşık geleneğinin şehrin manevi atmosferine ve Erzincanlılara katkısı azımsanmayacak derecede kıymetlidir. Erzincan insanında sağlam temellere dayanan gönül birliği, sevgi, saygı, iletişim kuvveti ile huzur ve sükûnetin tesisine olumlu yönde etki etmiştir.
Erzincan’da geleneğin yaşatılması, bilinçli, tarihine ve değerlerine bağlı, güçlü bir inanca sahip ve duygu dünyası derin bir toplumu ilmek ilmek işlemiştir. Geleneğin getirdiği ortam, aynı zamanda millî ve manevi meselelerin ehemmiyetinin daha net anlaşılmasına vesile olmuş, değerlerinden, geleneğinden, ahlakından uzak “mankurt” bir gençliğin yetişmesinin önüne geçmiştir. Erzincan’da düzenlenmiş olan âşık programlarının/ icralarının her biri dinleyicileri yüksek kültür ve sanat seviyesine ulaştırmış, Erzincan insanının tecrübe ve donanımına katkı sağlamıştır.
Bugün, Doğu'nun birçok yöresinde, eğlencelerin, düğünlerin, nişan ve sünnetlerin en büyük eğlencesi, halk sanatçıları olan saz âşıklarıdır. Bu sanatçıların yer almadığı herhangi bir eğlenceye pek rastlanmaz. Âşık edebiyatı üzerine araştırma yapan, çalışan kişilerin önce işe bu yörelerden başlaması gerekir. Nitekim Türkiye âşıklık haritası çıkarılacak olsa Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas’ın en koyu renklerle boyanması gerekir (Heziyeva, 2000: 211, 214).
Erzincan’da gelişim gösteren bu geleneğin aktarıcı ve yaşatıcısı olarak kullanılan en önemli mekânların başında şüphesiz ki köy kahvehaneleri gelmektedir. Kahvehanelerde öğlen veya akşam (genellikle akşam vakitlerinde) âşık programları icra edilmiştir. Ramazan aylarında ise teravihten sahura kadar devam eden bu programlarda âşıklar zaman zaman atışmalarda bulunmuş, halk hikâyeleri icra ederek ahalinin gönlüne dokunan dörtlükler ile saatler süren programlar icra etmişlerdir.
Âşık Ali Rahmanî’nin vefatından kısa bir süre önce Erzincan’da bulunan bir âşıklar kahvehanesinde Âşık İhsan Yavuzer’le yaptığı atışmadan bir dörtlüğe örnek:
Söyle Sularî erine
Erişe gerçek pîrine
Yalvarayım hak birine
Götür Hünkâr’a beni (Yardımcı, 2000: 1)
Böylelikle kahvehanelerin toplumsal işlevleri artmıştır. Kahvehaneler, halkın hoş zaman geçirdiği, birlik ve beraberlik duygularını pekiştirdiği, kültür ve sanat merkezleri konumuna gelmiştir.
Hâlen hayatta olan Gümüşhaneli Âşık Kul Nuri de Erzincan’da âşık kahvehanesi geleneğine katkıda bulunmuştur. Kul Nuri Erzincan’da açtığı kahvehane hakkında şu bilgileri aktarmaktadır: “1984 yılında Erzincan’da Âşıklar Kahvehanesi kurarak bu geleneği 1995’e kadar sürdürdüm. Bu arada Âşıklar Kahvehanesi’ne çeşitli vilayetlerimizden âşıklar geliyor ve bu meclisi şenlendiriyorlar; ben de bu geleneğin güçlü bir şekilde devamına vesile oluyordum” (Aydın, 2008: 12).
Başta erkekler olmak üzere zaman zaman kadın ve çocukların da katıldığı icra programlarıyla canlanan kahvehaneler, Erzincan’da kuvvetli iletişim, muhabbet, samimiyet ve sıcakkanlılığın sembolü olmuşsa da “Âşık Kahvehaneleri” günümüzde canlılığını kaybetmiştir.
Vaziyet böyle olunca Erzincan âşıklık geleneğinin icra ortamları da bu değişimlerden muhakkak surette payını almıştır. Tarihi süreçte âşık fasıllarının, atışmaların ve sazın yaşatıldığı köy kahveleri, köy odaları, ramazan geceleri ve soğuk kış ayları günümüzde yerini düğün törenlerine bırakarak değişim ve dönüşüm sürecinde geleneğin icrasına imkân sağlamıştır.
Günümüz Erzincan âşıklık geleneği bahsi geçen tüm bu süreçlerden beslenerek gelişimine devam etmiş, kültürel kodlarını yaşatmayı belirli bir ölçüde başarmıştır. Ancak sosyal, kültürel ve teknolojik gelişimlerin yanı sıra hayat şartları, ekonomi ve eğitimde yaşanan farklılaşmaların Erzincan âşık geleneğinin gelişimi üzerinde olumsuz izler bıraktığı söylenilebilir.
Modern çağın getirdiği kentleşme, sanayi ve teknoloji olgusu göçlere sebebiyet vermiştir. Erzincan ili de bulunduğu konum itibariyle göç veren vilayetlerdendir. İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlere ve bölge illere verilen göçlerle ülkenin çeşitli bölgelerine yayılan Erzincanlı ozanlar, sazları ve sözleri ile halka tesir etmiş, sanatlarını icra etmişlerdir. Bu sebeple de göç ve hasret konulu şiirler Erzincanlı âşıkların sık kullandığı temalar arasındadır.
Erzincan ili, âşık kültürünün önemli temsil merkezlerinden olsa da âşıklığın en canlı biçimde yaşandığı vilayet Erzurum olmuştur. Erzurum ve Erzincan’ın sınır komşusu olmasına rağmen Erzincan, muhteva açısından daha çok dinî-tasavvufî, Erzurum ise âşık kültürüyle ön plana çıkarak farklı zenginliklere sahip olmuşlardır.
Erzincan; merkezi, ilçeleri ve köyleri ile dört biri taraftan tekke ve türbelere ev sahipliği yapmıştır. Tekke ve tasavvuf kültürüyle donatılmış olan şehirde edebi bir duruş olarak Tasavvufi edebiyatı görmek daha mümkündür.
Erenler ve evliyalar şehri olan Erzincan, öne çıkan tasavvufî kimliği ile Âşıklık Geleneğini gölgesi altına almıştır. Terzi Baba, Pir-i Sâmî, Dede Paşa Hazretleri, Abdürrahim Reyhan Hazretleri gibi önemli tasavvuf erbaplarıyla ön plana çıkmıştır.
Erzurum şehri Erzincan’a nazaran şehirleşme ve merkezileşme aşamalarında daha hızlı gelişim göstermiştir. Çevre illerden göç alarak kültürel farklılıklarıyla zenginleşen Erzurum âşık geleneğinin de öncüsü konumuna gelmiştir. Erzincan ise dışarıya göç vererek nüfus kayıpları yaşamıştır.
Öte yandan; Erzurum’un medrese şehri olması da âşıklık kültür ve sanatının da gelişmesine etki etmiştir. Türklerin eline geçtikten sonra her dönemde bir ilim, irfan yuvası olma özelliğini taşıyan Erzurum, medreseleriyle ünlü bir Türk şehridir. Selçuklu dönemi eseri olan Yakutiye medresesi kendi döneminin üniversitesi durumundaydı. Şehrin ilmi hayatını yönlendiren bu medreselerin belli başlıları; Çifte Minareli medrese, Yakutiye medresesi, Ahmediye medresesi, Kurşunlu medrese, Şeyhler medresesi, Topçuoğlu medreseleridir (Özarslan, 2000: 71). Medreselerin bu denli zenginliği Erzurum’ da kalem şairlerinin sayısının artmasını da sağlayarak Âşık sanatçılarının niceliğine olumlu yönde katkıda bulunmuştur.
Bu çalışma kapsamında Erzincan Âşıklık Geleneğini daha net bir ifadeyle anlamlandırmak adına özellikle son yüzyıllarda yaşamış Erzincanlı âşıkların kısa hayat hikayeleriyle ile birlikte şiirlerine yer verilerek yorumlamalarda bulunulacak ve geleneğin daha somut biçimde algılanması sağlanılmaya çalışılacaktır.
Sâlih Baba
Sâlih Baba, 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın başları arasında yaşamış tekke şairlerindendir. “Sâlih Usta” adıyla da anılan şairimiz Erzincanlıdır. “Tüfekçizâdeler” namıyla meşhur bir aileye mensup imam Mustafa Efendi’nin oğludur. Annesi Atike Hanım’dır. “Rabıtâ-i Nakşî Hayalî” (Sâlih Baba Divânı) isimli manzum eserinde hayatı hakkında bazı bilgiler verir. Söylediği bir beyitinde H. 1263/Miladî 1846-47 yılında doğduğunu dile getirir:
Bin iki yüz altmış üçte me’vâdan
Bir beşer sûretli Hân’e gelmişem
Erzincan şehrinde yaşadığını ve Şeyh Muhammed Sâmî (k.s.) Hazretlerinin müridi olduğunu söyler:
Muhammed Şeyh-i Sâmî’dir Pîrimiz
Bilâdı şehr-i Erzincân yerimiz
Sâlih Baba’nın hayatı ve kişiliği hakkındaki bazı bilgilere Fehmi Kuyumcu’nun yayına hazırladığı “Sâlih Baba Divânı[1]”nın önsözünde; Nakşî-Hâlidî meşâyihinden eş-Şeyh Mûsâ Dede Bayburdî (v. 4 Eylül 1973) ve es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahim Reyhan (1930-1998) Hazretlerinin sohbetlerinden yaptığı nakiller ile şairin amcazâdesi Abdurrahman Tüfekçi’nin Fehmi Kuyumcu’ya yazdığı mektubundan ulaşıyoruz (Erdoğan, 2014: 441).
Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî hazretlerinin müridi olan, tesirli sesle sohbet zeminine göre beyit söyleyen Müezzin Salih ile çekingen, ümmi, içine kapalı bir çilingir ustası olan Sâlih, aynı mahalle sakini olarak birbirlerine hâl hatır sorar, arkadaşlık ederlermiş. Bir gün aralarında konuşurlarken Müezzin Salih:
- “Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden lezzet alır, içimizde ısınma olursa ikimiz de o şeyhin tarikatına girelim” der. Sâlih Usta arkadaşının bu teklifi üzerine ertesi günü Kırtıloğlu Dergâhı’na gelerek Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî (k.s.) hazretlerinin sohbet dinler. Salih Usta, ikinci günü arkadaşı Müezzin Salih ile kendi şeyhinin sohbetine gitmeleri gerekirken yine Piri Sami (Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî) hazretlerinin sohbetine gelirler. Asil maya ve cevheri şeriata bağlılık olan hâlis tarikatın yüksek nimet ve tasarrufunu taşıyan Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî’nin tuzağına gönüllü olarak yakalanan Salih Usta bir daha eski tarikatına dönmemiş, zahirde bağ gibi görünen çürük alâkasından ayrılıp kopmaz ve eskimez bağlarla yeni şeyhi Muhammed Sâmi el-Erzincanî hazretlerine bağlanmıştır.
Sâlih Baba, bir sûfîdir. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının tabii neticesi olarak o, bir yanıyla divan edebiyatına, diğer yanıyla da halk edebiyatına dayanan iki kanatlı bir edebî zevke sahiptir. Bu sebeple de şiirlerinde hem hece hem de aruzu görmek mümkündür. Her iki edebî zevki de şiirlerine başarıyla yansıtmıştır.
Bir Leylânın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır
Bir dilberin meftûnuyam bu can anın kurbânıdır
Sebul-Mesânîdir yüzü nutk-u Mesîhâ’dır sözü
Nûr-ı Muhammed’dir özü ol nefha-i Rahmânî’dir
Arş-ı muazzam başıdır hem “Kâbe Kavseyn”[2]kaşıdır
Ol akl-ı evvel cûşudur “kün” emrinin fermânıdır
Âşıkların sevdâsıdır âriflerin mevâsıdır
Salihlerin Leylâsıdır kâmillerin seyrânıdır
Bahrül-hayât peymânesi hem gevher-i dürdânesi
Şems-i Hudâ pervânesi cümle maâdin kânıdır
Aşk u muhabbet hânesi âlem anın dîvânesi
Hep cümle hüsnün anesi bir Yûsuf-u Kenân’ıdır
Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol
Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır
Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-u Hudâ
Şeyhim Muhammed Sâmî de ol dilber-i rûhânidir
Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu
Buldu hakîkat dostunu bildi bu dünya fânidir
Budur recâsı âsînin göster yüzün Leylâsının
Salih dâim Mevlâ’sının hem kulu hem kurbânıdır (Erdoğan, 2014: 444-445).
Eyüp Tekyurt
Alevi-Bektaşi çevresinden bir saz şairidir. 1917 yılında Erzincan’ın Tercan ilçesinde doğan Tekyurt’un Pir Sultan soyundan olduğu söylenir. Şiirlerinde daha çok dinî ve tasavvufi konuları işler. Tercanlı Âşık Eyüp ya da Âşık Eyüp adları ile anılır. Babası Hasan Efendi tarafından yetiştirilen âşık, babasının ölümünden sonra çetin bir yaşam mücadelesi vermiştir. Sonraki yıllarında Ankara’ya yerleşen Eyüp Tekyurt, Davut Sularî (1925-1985), Âşık Daimî (1932-1983) gibi birçok âşıkla aynı meclislerde bulunmuş ve bazılarıyla yakın dostluk kurmuştur. Özellikle Âşık Daimî’yle birlikte Türkiye’nin birçok yerini dolaşarak konserler vermiştir. Zamanla geniş çevrelerde tanınan Tekyurt’un şiirleri çeşitli gazete ve dergi yayınlarında yayımlandı. Evli ve beş çocuk babası olan Tekyurt, 2002 yılında Ankara’da vefat etmiştir.
Tasavvuf, birçok farklı manasının yanında genel olarak ebedî saadete ulaşmak amacıyla zahir ve batılın tamiri; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan manevî bir ilimdir. Bu manevî ilmin somut dünyaya aktarılması ancak anlaşılır bir dil yapısıyla mümkündür (Alp, 2018: 415). Bu dil, ilahi hakikatlere erişmek için kullanılan bir yöntemdir. Tekyurt, şiirlerindeki dinî ve tasavvufi düşünceleri bu yöntem ile aktarmaktadır.
Nefesinden bir bölüm;
Bu dem halden hale düş oldu gönlüm
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Geçti yaz baharım kış oldu gönlüm
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Fadime aşkıyla yandım kül oldum
Hatice yolunda bir bülbül oldum
Gonca bir gül iken sarardım soldum
Medet Allah, ya Muhammed, ya A1i
İmam Hasan ile çıktım sahraya
Hüseyn ile düştüm derd ü belaya
Özüm ermek ister Zeynel abaya
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Bakır'dan öğrendim aşk-ı cünunu
Cafer'le okudum ilm-i ledünü
Musa-yı Kazım'ın oldum meftunu
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Şah imam Rıza'dan ayırmam özüm
Taki ve Naki'dir her iki gözüm.
Asi bir bendeyim karadır yüzüm
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Askeri'yle her an olurum asker
Mehdi varken asla çekmezem keder
Masumlarla beraberim beraber
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali
Tekyurt’um divanda durmuşum dara
İhtiyacım vardır o şuh didara
Şeyda bülbül gibi düşmüşüm zara
Medet Allah, ya Muhammed, ya Ali (Özmen, 1998: 419)
Davut Sularî
Asıl adı Davut Ağbaba olan Davut Sularî H.1341, M.1925 yılında Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı olan eski adı Mans” yeni adıyla Çayırlı ilçesinde doğmuştur (Yılmaz, 2006: 16). Âşık Davut Sulari’nin Dedesi Pir Mehmet Kaltık, Tunceli’nin Nazimiye ilçesi Kureyşanlılar köyündendir (Yardımcı, 1986: 1). Buradan da anlaşılacağı üzere Âşık Davut Sulari’nin aslen Tunceli’li olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. “Kureyşanlı” Anadolu Aleviliğinde bir ocak ismi olup, aynı zamanda dedelik görevini bu ocağa mensup olanlarca yerine getirildiği inkâr edilmez bir gerçektir. Tunceli’nin Nazimiye İlçesindeki Kureyşanlılar köyün de sadece Alevi dedelerinin ikamet ettiği köy olduğunu torunu Berrin Sulari dile getirmektedir (Tekin, 2011: 143).
Âşık Davut Sulari 17 yaşında pir elinden bade içerek Mest-i Elest olur ve badeli âşıklar kervanına katılır. Pir elinden dolu içişini bir şiirinde şöyle dile getirmektedir.
“Pir elinden içtim dolu
Öğrendim erkânı yolu
Emniyette mümin kulu
Evvel Allah ahir Allah
Dönemem estağfurullah
İmanım amentübillah “ (Tekin, 2011, 144).
Kızı olan Edibe, babasının mahlas alışını “Hak Aşığı” kavramıyla dolaylı olarak şu şekilde ifade etmektedir;
Babam 15 gün ortadan kayboluyor. 15 gün sonra geliyor. Sonradan babamın bana demesi, onu alıp götürüyorlar. On dört gün kendisine ilim irfan öğretiyorlar. İlk olarak kendisine Summanî diyorlar, gelmiş geçmiş âşıklarımızdan olan bu ismi takıyorlar kendisine. Daha sonra Erzurum Aşkale’de bir otel odasında yatarken rüyasında yer açılıyor. Babamı indiriyorlar merdivenden aşağıya. Üstüne yeşil bir cübbe çektiriyorlar on iki imamlar dergâhı ortadayken. Diyorlar ki Davut biz sana birinci ismi verdik Summanî, ikinci ismi takıyoruz Selami, son ismi de vereceğiz ne geçmiş ne gelecek diye. Sularî Bundan böyle çağlayıp gideceksin. Bu durumda Sularî ismini alıyor (Sulari, 1993: 20).
Sularî mahlasını alan âşık, İranlı Âşık Abbas, Âşık Müdâmî, Âşık Hicrani, Âşık Celali gibi birçok âşık ile atışmış, birçok aşığa ise mahlas vermiştir. Türkiye’de Sinop, Kastamonu ve Burdur ili hariç bütün illerini gezmiştir. İran’a Arabistan’a giden, Asya’da on, Avrupa’da on bir ülkeyi gezip dolaşan Sularî, Fransız Türkolog Prof. İrené Mélikoff tarafından Fransa’ya; Berlin üniversitesi Yabancı Diller Profesörü, Bertolt Spider, tarafından Berlin’ e davet edilmiştir. 1979 yılında atı Leyla ile İstanbul’a yaptığı yolculuk tarihe mâl olmuştur (Tekin, 2011: 147-148). Bu da bize Davut Sulari’nin gezgin bir âşık olduğunu göstermektedir.
Usta Âşık Davut Sularî’nin en çok atışma yaptığı âşıklardan biri de Posoflu Müdâmî’dir. Sularî, birçok kere Ardahan ve Kars’a gelerek Müdâmî ile karşılaşmıştır. Müdâmî, Davut Sularî ile âşıklık geleneğinde eşine daha önce tesadüf etmediğimiz yedekli karşılaşma ve müstezat karşılaşma şeklinde atışmalar yapmıştır.
Davud Sularî
Müdâmî
Selami sen şükreyle dur
Müdâmî sabret bu hale
Bir sözünü fikriyle dur
Gerek takdir birin ala
Gece gündüz zikriyle dur
Söz geçmez kaşı hilâla
Yarı yara Hakkıyla dur
Sim bilekli selvi dala
İnce beli bu keriyle dur
Yalvarırım Zül-celâla
Yaralıyım yaralı
Firakım zulme varalı
Takdir-i bahtım karalı
Kalmadı gönlüm karalı
Yetiş ömrümün maralı
Davud Sularî
Müdâmî
Gülistan bağında sen bülbül
Dost vasfetme Şair Müdâmî bülbül
Selami kul Bilmeyene yol
İştiyakı gül
Canını vakfetmiş dosta en son vermeğe
Nişangâhı tüter sine al getirmeye
Muhabbet kime
Yani mahına
Müdâmî, Davut Sularî ile defalarca âşık meclislerinde atışma fasılları icra etmiştir. Müdâmî ile atışma yapmak maksadıyla zaman zaman Kars ve Ardahan’a gelen Sularî, yine Müdâmî ile atışma yapmak maksadıyla 01.02.1960 tarihinde Ardahan’a gelmiştir. Müdâmî, Davut Sularî’nin Ardahan’a gelişi vesilesiyle atışmanın ilk bölümü olan ‘hoşlamayla-hoş geldinîzle’ misafir aşığa hoş gelmiş redifli bir ayak açmıştır:
“Bir meslektaş şarkı ziyarete gelmiş hoş gelmiş
Yârân eyleyeymiş dem sohbete gelmiş hoş gelmiş
“Mine’l ekremü’l- … ” fahr-i ekremin dedi resûl
“El –kelâmü yahzü’l-kelam” ülfete gelmiş hoş gelmiş
Mezhebi Caferîdir Hüseynidir Haydaridir
İlmi irfan haznesin madeni gevheridir
Şehr-i İstanbul’un radyo şair sanatkârıdır
İcra-yı san’atla ticarete gelmiş hoş gelmiş
Şair Müdâm meslektâşa muhabbet mu’tadidir
Geruhu Naci’ye mensup selef ve ecdadıdır
Mahlası Âşık Selam Davud Sular adıdır
Selahiyettardır tetkikata gelmiş hoş gelmiş
Müdâmî’nin bu deyişinden Davut Sularî’nin “Selami” mahlasını kullandığını öğrenmekteyiz. Davut Sularî daha sonra soyadı olan “Sularî” mahlasını da kullanmıştır. Davut Sularî Alevi Bektaşi geleneğinin içerisinde yetişmiş Tercan Alevilerindendir. Yukarıdaki dörtlüklerde Müdâmî, Sularî’nin Caferî-Alevî mezhebinden olduğunu dile getirmektedir (Aydın, 2012: 123-124).
Usta çırak geleneği içinde yetişen âşıklar ustalarından öğrendikleri ezgi kalıplarına kendi sözlerini işleyerek eserlerini oluşturur ve icra ederler. Âşık kolları da bu şekilde oluşur. “Davut Sularî de saz ve söz ikilisinin bütünlüğü içinde kalıcı eserler üreten âşıklardandır. Usta çırak geleneği içinde Erbabî’yi yetiştirmiş, uzun yıllar yanında gezdirmiştir. Bunun yanı sıra pek çok sanatçıyı etkilemiştir. Davut Sularî’den etkilenenler arasında Neşet Ertaş, Muhlis Akarsu, Âşık Daimî, Âşık Beyhanî, Âşık Serdarî ve Mahsunî Şerif önde gelenlerdendir” (Yardımcı, 2015: 53).
Âşık Davut Sularî 17 Ocak 1985 yılında Erzurum’da Ali Rahmanî’nin Âşıklar Kahvesinde sanatını icra ederken rahatsızlanmış, bir gün sonra da vefat etmiştir. Mezarı Erzincan’ın Çayırlı ilçesindedir.
Âşık Daimî
Asıl adı İsmail Aydın olan, Âşık Daimî 1932 yılında İstanbul’da doğmuştur ve aslen Erzincan’ın Tercan ilçesindendir. Daimî küçük yaşlarındayken ailesi, önce Tercan'a, sonra, Sivas'ın Kangal İlçesine, II. Dünya savaşı sıralarında da tekrar Tercan’a göç etmiştir. Âşık Daimî daha sonra ustası olacak olan Davut Sularî ile Çayırlı’da karşılaşmıştır (Aydın, 2009: 8). Âşık Daimî de Davut Sularî gibi Dede ocağından gelen bir ailenin çocuğudur. Davut Sularî ile tanışık olma sebeplerinden biri de bu yakınlıktandır.
Âşık Daimî, yedi çocuklu bir ailenin evladıdır. Her iki dedesinin de saz şairi olmasının etkisiyle küçük yaşta bağlama çalmayı ve âşıklık geleneğini öğrenmiştir. İlk dersini dedesi olan Âşık Dursun Dede’den alır (a.g.k., aynı yer). Dede sülalesinden gelen Daimî’nin saz çalması ve şiirler söylemeye erken yaşta başlaması esasında geleneksel aile yapısı ve yaşam tarzından gelen mühim görevdir. Kendisi gibi ocaktan gelen ve Dede olmak vazifesini de taşıyan Davut Sularî, onun asıl ustasıdır. Âşık Daimî, Davut Sularî’nin iki veya üç sene çıraklığında bulunmuştur.
Âşık Daimî,1951 yılında Gülsüm Hanımla evlenmiş, bu hanımından yedi çocuğu dünyaya gelmiştir. Askerlik görevini 1960 yılında Isparta’da tamamlamıştır. Askere gitmeden önce ise trafik kazasında babasını kaybeder ve Erzincan’a taşınırlar. Özellikle bu yıllar, yörede duyulduğu ve sevildiği dönemdir. Erzincan’da iki yıl kaldıktan sonra İstanbul'a yerleşirler (a.g.k., s. 9). Geçmişi dolayısıyla Daimî Baba, Tercanlı Daimî gibi adlarla anılmıştır.
Âşık Daimî pir elinden bade içtiğini söyleyen Badeli âşıklarımızdan birisidir. O da ustası Davut Sularî gibi rüyasında bade içerek mest-i elestlere karışan bir ozandır.
Bir gece rüyasında aksakallı bir pir görür. Elindeki bir kâseyi İsmail’e verip içmesini söyleyen pir, “Bu kâsedeki pir badesidir. Bunu içtikten sonra için yanmaya başlayacak, yandıkça da söyleyeceksin. Bundan sonra senin mahlasın da Daimî olacak” diyerek kayboldu. O gün uyandıktan sonra da kendi eserlerini çalıp söylemeye başladı (a.g.k., s. 11). Bu olayı bir şiirinde şöyle anlatır:
“Her kişi âşık olamaz Pir dolusun içmeyince Arasa didar bulamaz Küllî vardan geçmeyince” (a.g.k., s. 15)
Daimî, Davut Sularî’nin çıraklığını yaptığı dönem boyunca ustasıyla beraber dolaşarak geleneğe, şiire ve türküye ilişkin bilgisini pekiştirmiştir. Yöre yöre dolaşan aşığımız bu bakımdan “Gezgin Halk Ozanları” geleneğimizi sürdüren ozanlardan biri olmuştur. Bu gezintileri esnasında çağdaşı olan çok sayıda ozanla tanışmak ve onlardan feyz almak olanağını bularak kendisini geliştirmiştir. Bununla birlikte Âşık Daimî'nin Âşık Veysel, Davut Sulari, Ali İzzet Özkan, Âşık Dursun Ceylânî ile tanıştığı bilinir (a.g.k., aynı yer). Âşık Beyânî, Mahzûnî Şerif, Ekberî ondan yaşça küçük olduğu hâlde Âşık Daimî'nin beğendiği halk ozanlarıdır.
Önceleri usta malı türküler söyleyen Âşık Daimî, daha sonra kendi deyişlerine ağırlık verdi. 1948 yılında "Bir seher vaktinde indim bağlara" dizesiyle başlayan ilk şiiriyle yüzlerce türkü kazandıran Âşık Daimî, TRT tarafından açılan sınavı kazanarak TRT belgeli halk sanatçısı olmuştur. İstanbul radyosunda sözleşmeli sanatçı olarak çalışırken aynı zamanda bir saz evi açmış bu saz evinde çok sayıda öğrenciye saz ve âşıklık dersi vermiştir. İstanbul'a gelmeden önce Alevilik inancına ve kırsal kesimin zevkine uygun deyişler söyleyen Âşık Daimî kente göçtükten sonra şiirlerinde şehirli meselelere, sosyal sorunları ele alan deyişlere yönelmiştir.
Yurt içi ve yurt dışı olmak üzere çok sayıda konsere katılan sanatçının yüzlerce şiirinin olduğu düşünülmektedir. Özellikle yaşamının son bölümlerinde birçok genç ozanı etkilemiş, öne çıkaran konuları işlemiştir. Kızı Yadigâr Aydın Orhan tarafından hazırlanan Daimî’nin tüm şiirleri ve deyişlerinin toplandığı kitap "Âşık Daimî, Hayatı ve Eserleri" (1999) adıyla yayınlanmıştır. 17 Nisan 1983 tarihinde vefat eden aşığın kabri İstanbul, Karacaahmet türbesi yanındadır.
Âşık Daimî’nin hayatı hakkında: “Süleyman Zamani, “Can Derinliklerin Ozanı Âşık Daimî, Yaşamı, Felsefesi ve Şiirleri, Yayınları” adlı bir eser yazılmış, Yadigâr Aydın Orhan tarafından hazırlanan Daimî’nin tüm şiirleri/türkülerinin toplandığı kitap, Âşık Daimî, Hayatı ve Eserler (1999) adıyla yayımlanmıştır. Şiirlerinden birkaç örnek şöyledir:
Göster Cemalini Nurdan Ayırma
Maksudum canandır görmek dilerim
Aman Allah beni yardan ayırma
Şad olup maksuda ermek dilerim
Mahrum edip o didardan ayırma
Gönlüm varmak ister devran çağına
Azmedip giderim dost otağına
Muradım konmaktır da! Budağına
Bülbül oldum gülizardan ayırma
Odur âşıklara aşkın ahengi
Arasan cihanı bulunmaz dengi
Ulu bezirgânın yardır pörşengi
Aman Allah o katerden ayırma
Nazar kıl efendim, ey Hacı Bektaş
Yoluna fedadır bu can ile baş
Elim bağlı divanında gözüm yaş
Göster cemalini, nurdan ayırma
Dâimî artırdın derd ü yaramı
Senden özge kimden bulam çaremi
Divanda kovarsın ehli haramı
Hakikatte kispî kardan ayırma (Aydın, 2009: 18).
Şu Geniş Dünyalar Dar Oldu Bana
Aman dilber senden ayrı düşeli
Gezdiğim şu iller har oldu bana
Gün be gün aşkınla yanıp pişeli
Şu geniş dünyalar dar oldu bana
Seher vakti bülbül figan ederken
Güzeller el ele seyran ederken
Herkes sılasında bayram ederken
Ah edip ağlamak kâr oldu bana
Mecnun gibi oldum bir ehli sevda
Leyla, Leyla deyip eyledim nida
Ahu gözlüm senden gezerken cüda
İbrişim döşekler yer oldu bana
Ahdettim güzelim ben senden geçmem
Laleyi, nergisi zambağı seçmem
Öz elinle Kevser doldursan içmem
Mübarek cemalin nur oldu bana
Dertli Dâimî’yim fitil yarada
Ne olur âşıklar erse murada
Geleceğim amma engel arada
Yakın iken yoluna dür oldu bana (a.g.k., s. 19).
Müslim Kumru Seyranî
Âşık Müslim Kumru Seyranî, 1938 yılında Erzincan’ın Merkez Günbağı köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Seyyid Gazi Oğullarında Mehmet, annesi Dervişoğlu kızlarından Fatma’dır. Babası Tunceli’nin Ovacık ilçesine bağlı Kedek köyünden 1917 yılında göç ederek, ailesi ile birlikte Erzincan’ın Günbağı köyüne gelip yerleşmiştir. Müslim Kumru, ailenin sekiz çocuğundan dördüncüsüdür. İlkokulu köyünde bitirir. On dört yaşında babasını kaybeder, yoksulluk sebebi ile tahsiline devam edemez. Babasının ölümünden sonra çobanlık yapar, çiftçilikle uğraşır, yevmiyeciliğe gider. Geçim sıkıntısı aşığımızı çok yıpratır ve onu içine kapanık bir hâle getirir (Seyrani, 1987: 235).
Askerlik görevini tamamladıktan sonra köyüne dönen Müslim Kumru, köyünde ve çevre köylerde karşılıksız sağlık hizmeti vererek, insanların sevgi ve saygısını kazanmıştır.1965 yılında evlenir. Evlilikleri altı ay olmadan bozulur. Müslim Kumru ve eşi hastalanır. Kendisi Ankara’da, eşi de İstanbul’da tedavi görür. Hastalıkları evliliklerinin devamına müsaade etmez ve sonunda ayrılırlar. Bu ayrılış Müslim Kumru’yu derinden yaralar. Çok üzülür, bir türlü kabullenmek istemez. Evinde inzivaya çekilir, derin düşüncelere dalar, bunalıma girer. Zaman zaman geçirdiği baygınlık nöbetleri bu dönemde başlar. Maddi bakımdan sarsılır ve eski yoksul günlerine döner. Kendi kendini ne kadar teselli etse de bu ayrılık onu derinden etkiler. İçinden geldiği gibi aşağıdaki şiiri söyler:
“Fukara hanemde mahzun kalmışım
Hele böyle gelsin görsünler beni
Gönlümün içinde viran olmuşum
Merhamet etmesin, vursunlar beni
Gönül yaralanmış çare bulmadım
Ömrümün içinde mutlu olmadım
Talihsiz kaderden nasip almadım
Görünmez yerlere sürsünler beni”
Eşinden bu şekilde ayrılış onu âşıklığa hazırlayan sebeplerin başında gelir. Müslim Kumru eşinden ayrıldıktan sonra bir daha evlenmez. Köyünde kendi tarlasında, bahçesinde çalışarak geçimini sağlamaya çalışır. 1975 yılında annesini kaybeden Seyranî, iyice yalnız kalır (Kara, 2008: 40).
Âşık Müslim Kumru Seyranî, okumaya, ilim meclislerine, cem törenlerine küçük yaşta ilgi duymaya başlar. Çobanlık yaptığı yıllarda trenden atılan gazeteleri okuyup ilkokul öğretmeninin verdiği şiir kitaplarından şiirleri ezberleyerek, okuma merakını giderir. Saz ile tanışması da bu dönemde olur. Severek evlendiği eşinden kısa bir süre sonra hastalık neticesinde ayrılması, hayatında yeni bir dönem noktası olmuştur. Kadere rıza gösteren âşık, duygu ve düşüncelerini sazıyla şöyle dile getirir:
“Vay seni bu kötü talihim
Takdir bana vurdu viran eyledi
Ta küçükken kötü geldi kaderim
Kalbimin tahtını kıran eyledi
Tüm hayat devrinde kendim bildim bileli
Hiç mutlu olmadım doğmuş geleli
Ömrümün günleri gelmiş gideli
Ne garip hâllere saran eyledi”
Âşıklık geleneğinde rüya görme ve bade içme olayının önemli bir yeri vardır. Kumru Seyranî’de bade olayı gerçekleşmemiştir. Rüyasında düz ağaçlık, çiçekli ve yeşillikler içerisinde Hz. Muhammed’i görür. Hz. Muhammed ona aradığı şeyin yerini gösterir. Aradığı şeyin âşığın kendisinde olduğunu söyler. Rüyadan uyanır, ağlayarak şükranlarını dile getirir. Bu rüyadan sonra manevi bir pencere açılır; dinî, tasavvufî, felsefî şiirler yazıp söylemeye başlar. Bu rüya onu âşıklığına zemin hazırlayan ikinci sebep olmuştur. Seyranî, dinî- tasavvufî Türk halk şiiri geleneği içerisinde yer alan saz şairlerimizdendir. Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Ehlibeyt ve Kerbelâ şehitlerine büyük sevgi ve saygısı vardır. Sık sık rüyasında Hz. Ali’yi görür. Hz. Ali ona bir deste gül verir (Kara, 2008: 41).
Müslim Kumru, usta-çırak ilişkisi içerisinde yetişmemiş bir âşıktır. Saz çalmayı ise kendi çabasıyla öğrenmiştir. Çırak da yetiştirmemiştir. Âşık, deyişleriyle çevresindekilerin dikkatini çekmiş ve onları zaman zaman şaşırtmıştır. “Tahsilin var mı?” diyenlere şöyle cevap vermiştir:
“Dediler yüksek tahsilin var mı?
Böyle soru sual sordular bana
Üstatsız, pirsiz insan olur mu?
Ta evvelden devam ettim irfana
Tarlaya giderim kitap koynumda
Kalemim elimde kürek yanımda
Okurum yazarım boş zamanımda
Tavsiyem böyledir dünya halkına” (Seyrani, 2007: 21).
Toplumun kanaat önderlerinden biri olan Âşık Müslim Kumru Seyranî, toplumun ilgisizliğinden yakınır, dert yanar. Zaman zaman ciddiye alınmadığından ve itibar edilmediğinden şikâyet eder; uzun yıllar boyunca, yazdığı şiir kitabını bastıramaz:
“Biraz olsun ve dolandım
Amacımı sormadılar
Yorulmadım usanmadım
Kitap yazdım basmadılar” (Kara, 2008: 50).
….
Âşık, son dönemlerde yazmış olduğu şiirlerin çoğunluğunu Kur’an-ı Kerim’den aldığı ayetler üzerine kurarak yazmıştır. Bu durum onu, dinî-tasavvufî konularda şiirler yazmaya sevk etmiştir.
3. Âşık Müslim Kumru Seyranî (2007). Gülistan-Saz ve Şiirleriyle Maddi- Manevi Bilgiler, Erzincan, Özsöz Matbaası.
Kalp rahatsızlığı sebebiyle tedavi olmak için İstanbul’a giden Seyranî, 25 Şubat 2009 Çarşamba günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeder (Demir, 2011: 4).
Dursun Cavaklı
Cavaklı, 1947 yılında Ardahan’ın Göle ilçesinde dünyaya gelmiştir. Ozanımıza dedesi Dursun Ali adını vermiştir. Divane ve Cavaklı olmak üzere iki mahlası vardır. İki eşinden olmak üzere beş çocuğu vardır. Çocukluğu çobanlıkla geçen Dursun Cavaklı 1972 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden mezun olmuştur.
Âşık, 1968 yılının mayıs ayında bir ikindi vakti ders çalışırken, uykuya dalar. Rüyasını şöyle anlatır;
“Yattığım yerin altında tünel varmış. Tünelin içinde Seyyid Şehit Mehmet Konevi hazretlerinin türbesi varmış. Alttan bana bir füzenin vurduğu gibi vuruldum ve şimşek çakmış gibi oldum. Uyandım ki, her tarafım kan ter içinde. Hemen üst tarafımda kar vardı. Ağzım donana kadar kar yedim. Hararetim sönmedi. Üç gün sonra Hazreti Hut, Hazreti Lut, Hazreti Salih ve üç beş tane de huri kızını rüyamda gördüm. Sıddıkı Ekber’in şarabından iki bardak içebildim. Hazreti Ali’nin Havzı Kevser’inden içtim. İşte uyanış bu uyanış.” Âşık bu uyanışını şiirinde şöyle dile getirir;
“Yaş yirmide ilham buldum,
Pir elinden Kevser aldım,
Aşkın deryasına daldım,
Gül derecem yar bağından” (Aydın, 2006: 10-12).
Âşık Cavaklı, Erzurum’da iki defa âşık şenliklerine katılmış, şiir ve destan dalında birinci olmuştur. 1984 yılında da Erzincan Belediyesi tarafından Âşıklar gecesinde ödül almıştır. 1974 yılında Kıbrıs Bayrak Radyosu’ndan Türk ordusuna sesleniş adlı bir konuşma yapmıştır. 1979’da Almanya’da Türk işçilerine konferans vermiştir. 1985’te ise Irak’ta Kerbela ziyareti ve Arabistan’da hac vazifesini yerine getirmiştir. 1990’da Bakü Tv’de “Men Kafkasyalıyam” adlı şiiri okumuştur. Tüm bunların dışında Yeni Asya, Her Gün, Türkiye, Hürriyet, Günaydın gibi çeşitli gazetelerde şiir ve yazıları yayımlanmıştır.
Âşık sanatının gücünü, Türk ahlak yapısından, dinî görüş ve inanç dünyası başta olmak üzere vatan, vatan sevgisi, özlem, hasret, gurbetlik gibi tesirlerden almıştır.
Çeşitli kurum ve kuruluşlarda şiirleri yayımlanan Cavaklı, 1974 Kıbrıs Başarı Harekâtı’nda Genelkurmay Başkanı Sancar Paşa’dan, Başbakan Ecevit’ten ve Kıbrıs Cumhur Başkanı Rauf Denktaş’tan teşekkür belgesi, 1, 2 ve 3. Ordu Komutalığı’ndan, Emniyet Müdürlüğü’nden, Kültür Bakanlığı’ndan, Libya Devlet Başkanı’ndan, Balkan Göçmenleri Derneği’nden ve Kosova Devlet Başkanı’ndan ödül almıştır (Aydın, 2006: 12).
Çok geniş bir şiir muhtevasına sahip olan Âşık Dursun Cavaklı, millî konulardaki hassasiyetini şu şiiri ile dile getirmiştir.
Hazreti Allah’ı seven bir millet
Rahmana dayanır vatan sevgisi
Vatansız toplumda olmaz hürriyet
İmana dayanır vatan sevgisi…
Dağları, ovası, gölleri nimet
Irmakları Kevser, kendisi cennet
Yaptığın ibadeti, farzile sünnet
Bilene dayanır vatan sevgisi…
Vatandır milletin namusu şanı
Her karış toprağı şehitler kanı
Anası, atası, cananı, canı
Canana dayanır vatan sevgisi…
Cavaklı der; ordu bekler vatanı
Her zaman tetikte gözler düşmanı
Allah’ı, Resulü, dini, Kur’an-ı
Sevene dayanır vatan sevgisi… (Aydın, 2006: 14).
Kul Nuri
Âşık, 1955 yılında Gümüşhane’nin Kelkit Yenice köyünde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Sabri, annesinin adı ise Zülâl’dir. İlk ve ortaokulu Kelkit’te okuyan âşık daha sonra öğrenim hayatına Gümüşhane ilinde devam etmiştir. Âşık Kul Nuri 1978 yılında gördüğü rüyadan sonra irticalen söylemeye başlar. Rüyasında, çok önemli birilerinin geleceğini ve bu gelenler için bir tören hazırlığı yapıldığını görür. Bu gelenler Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Âşık bu rüyadan uyanınca şu şiiri dile getirir;
“Bir gece düşümde seyre dalmışım
Dediler gelecek izini gördüm
Telaşlanıp ön sıraya dalmıştım
Nur ile bezenmiş yüzünü gördüm
Dediler ki iki cihan serveri
Âşık Kul Nuri’yim oldum serseri
Bizi selamlayıp geçti ileri
Ayağından düşen tozu gördüm”
Gördüğü bu rüyadan sonra sanat hayatında çok büyük değişikler yaşayan âşık, ilk kasetini 1982 yılında “Kısmetsiz Mehmed’in Hikâyesi” adıyla çıkarır. 1980 yılında Erzurum Şeker Fabrikası’ndan Erzincan Şeker Fabrikası’na geçen âşık, mesleği ile sanatını bir arada götüremediğini anlayıp ayrılır. İşten ayrılırken “Çıktığım Fabrikadan” adlı şiirini müdüre vererek istifa eder.
1984 yılında Erzincan’da Âşıklar Kahvehanesi kurarak bu geleneği 1995’e kadar sürdürür. 1985 yılında ilk defa Konya Âşıklar Bayramı’na katılır ve çeşitli ödüller kazanır. 1987 yılında ise ilk defa yurt dışı gezisi olarak Fransa ve Almanya’da düzenlenen programlara katılan Âşık Kul Nuri 1988 yılında Âşık Yaşar Reyhanî ile birlikte Suudi Arabistan’a, Türk işçilerine program yapmak için gider.
Kul Nuri 1995 yılının Ağustos ayında Erzincan’dan Ankara’ya taşınır. Büyük şehrin vermiş olduğu kültür yoğunluğu ile beraber 1996’da Arifan Radyo’da, 1997’nin Aralık ayından 2005 yılının Eylül ayına kadar “Kanal A” televizyonunda “Gönül Kervanı” adlı âşıklar programının sunuculuğunu yapar. Düzenlenen bu programa ülkemizin her yerinden âşıklar davet edilerek geleneğin canlı tutulmasını sağlamıştır.
Âşık Kul Nuri hakkında dört çalışma yapılmıştır. Bunlardan birincisi Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun yönetiminde Yaşar Demir’in yapmış olduğu bitirme tezidir. İkinci çalışma ise Atatürk Üniversitesi’nde Turhan Kaya danışmanlığında hazırlanan Mürsel Çelebi’nin bitirme tezidir. Üçüncüsü ise Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı öğrencisi Necdet Tozlu tarafından hazırlanan yüksek lisans tezidir. Aşığımız hakkında yapılan son çalışma ise Ali Berat Alptekin’in 2003 yılında yaptığı ayrıntılı bir çalışma olan “Gönül Kervanı” adlı kitaptır. Bunların yanı sıra âşık hakkında çeşitli gazete, dergi ve kitaplarda yazılar yazılmıştır (Aydın, 2008: 9-13).
Çeşitli kurum ve kuruluşlara üye olan âşık, hâlen Ankara’da ikamet etmektedir. Kendisine sorulan “Âşık nedir, kimdir?” sorularına karşılık “Allah’ın nasibi ve hikmeti ile gönlünün uğultusu, sazının iniltisi ve halkın dertlerinin, terkibinin tertibidir.” diye cevap vererek şu dörtlüklerle âşıklığı tarif eder;
“Âşık okunmayan bir hece gibi
Sabahı bekleyen bir gece gibi
Analiz yaptılar sonuç çıkmadı
Âşık bilinmeyen bilmece gibi” (Aydın, 2008: 14).
1992 yılında meydana gelen Erzincan depreminde bulunan âşık, bu elim olay sonrasında yaşadıklarını şöyle dile getirir;
Bilmem Erzincan’ın güler mi yüzü
Yasa boğulmuştuk Doksan İki’de
Hala içimizden gitmedi sızı
Şaşıp dağılmıştık Doksan İki’de
Felek koymadı ki döne çarkımız
Yuvasız kuşlardan yoktur farkımız
Ne evimiz kaldı ne de barkımız
Kapıda kalmıştık Doksan İki’de
Tad görmedik baharından yazından
Gözümüzü açamadık tozundan
Erzincan’ın ovasından düzünden
Kanları silmiştik Doksan İki’de
Kefensiz defnettik çok yavruları
Göklere ulaştı feryadı zarı
Bir gül gibi bekliyorken baharı
Açmadan solmuştuk Doksan İki’de
Köksal Ayvazoğlu
1958 senesinde Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde dünyaya gelen aşığın asıl adı Köksal Mutlu olup mahlası Ayvazoğlu’dur. Mahlasını kendisi Köroğlu’ndan esinlenerek seçmiştir. Kibar Hanım ile evli olan Ayvazoğlu altı çocuk babasıdır. Çocukluluğundan bugüne kadar çalışma ile geçen âşık, ilkokul mezunudur.
Âşık oluşu rüya ve badeden ziyade esen rüzgârdan ve sevdadan kaynaklıdır. 1980 yılında Konya Âşıklar Bayramı’na katılmış, 1984 yılında ise Ankara’da düzenlenen güzelleme yarışmasında ikinci olmuştur. Birçok basın ve yayın organında kendisine yer bulmuş ve Erzincan yerel kanallarında âşıklık ile ilgili programlar yapmıştır. Konser vermek için Fransa, Almanya ve İtalya’ya giden âşık, gurbet ele giderken duygularını bir dörtlük ile şöyle dile getirmiştir:
“Gözlerime doldu yaşlar
Vatanımdan ayrılırken
Gönlüm girdi yine yasa
Vatanımdan ayrılırken”
Ayvazoğlu, Türk ahlak tarihinde önemli yer işgal eden atalarını örnek alma hususunda titizlik gösterir. Bir dörtlüğünde atalarının ahlaki yapısının kendisine tesirini şöyle ifade eder:
“Fatihlerin Yavuzların fermanı var elimde
Boynumu vursalar dönmem asla yolumdan
Peygamberim metheylemiş hadisi var dilimde
Bizans’ın çektiği suru bozana canım kurban..”
Hemen her konuda şiirleri bulunan Ayvazoğlu’nun şiirlerinde daha çok milli değerler ön plana çıkmaktadır.
“Korkma sönmez bu şafaklar
Yazana canım kurban
Dört kıtada at oynatıp
Gezene canım kurban”
Âşık Köksal Ayvazoğlu’nun temel felsefesi insanların kardeşçe yaşam sürmesidir. Kalbi bağlılıklara büyük kıymet vermektedir. Bu hislerini “Erenleri Aşığım” adlı şiirinin bir dörtlüğünde görmek mümkündür:
“Âşıklara söylüyorum
Erenlerin aşığıyım
Kalpler birbirine bağlı
Görenlerin aşığıyım”(Aydın, 2006: 178-185)
Mehmet Seyhanî
Tercan’ın Mamahatun mahallesinde 1959 yılında dünyaya gelen Âşık, doğum yerini şöyle dile getirir:
“Erzincan ilimdir Tercan’dır ilçem
Taze bir civandım tarardım perçem
O yârin elinden bir tas su içsem
Her yudumda söndüreyim közümü”
Erzurum’lu Âşık İsrafil Taştan’a çıraklık eden Âşık Seyhanî mahlasını ustasından alır. Badeli âşıklarımızdan olan Seyhanî, bade içmesini şöyle anlatır;
“1972’de gördüğüm rüyada hasta yatıyordum. Babam ve annem de yanımdaydı. Ben yatakta ateşli bir hastaydım. Annem elindeki beyaz bezi suya batırıp alnıma koyuyordu ve de ağlıyordu. İçerim yanıyordu, dudaklarım boğazıma kadar kurumuştu. Su istedim. Gördüm ki su güzeller güzeli, sarı saçlı, çakır gözlü bir güzelin elindeydi. Ben de suyu içmek, içimdeki yangını söndürmek için sabırsızlanıyordum. Suyu tam aldım ki içeyim, yaşlı, titrek ve pir-i fani bir ses içme diye bağırdı. Pir-i fani sesin sahibini aradım ama bulamadım. Bir daha da o sesi duymadım. Bardak yarıdaydı, içip içmediğimi bilmiyordum ama bardağa baktıkça içerim yanıyordu. Ateşim arttı ve babam anneme bir yudumla bir şey olmaz diyordu. O anda hızlı bir şekilde yataktan kalktım ve yatağın kenarında oturdum. Babam ne olduğunu sordu, ben de rüyamı anlattım. Babam o bir rüya, yat hayırdır inşallah dedi. Ben yatamıyordum ve şu deyişi söyledim”:
“Neler çektim bu feleğin elinden
Çok istedim kaçamadım bir türlü
Arz ettikler yar elinden badeyi
Çok istedim içemedim bir türlü” (Aydın, 2006: 116).
Âşık Seyhanî, sivil toplum kuruluşlarından birçok teşekkür belgesi almakla beraber zaman zaman televizyon programları icra etmiş ve bazı gazetelerde şiirleri yayımlanmıştır. Iğdır’ın düşman işgalinden kurtulma etkinlikleri kapsamında Nahçivan’da konser vermiş ve usta-çırak ilişki neticesinde Yavuz Çırağı’nı yetiştirmiştir. Pek çok konuda zengin bir şiir anlayışına sahip olan Seyhanî;
“Nerede ar, namus haniya nerde
Yüzlerden yırtılmış hayâyla perde
Kızı diskotekte, oğlu da barda
Kadın kocasını tanımaz oldu”
Dörtlüğünde modern çağın getirdiği ahlaksal yozlaşmayı tasvir eden âşık, Türk ahlak yaşantısında bazı değerlerin yıpranmış olduğuna dikkatleri çekmiştir.
“Şefaat edersin seni seveni
Nurun ile aydınlattın âlemi
Seyhanî’nin yaradandan emeli
Ya Muhammed görmek isterim seni”
Aşığımız, bu dörtlük ile dinî-tasavvufi şiire örnek vermiş ve peygamber sevgisini açığa çıkarmıştır. Bu durum aşığın şiir dünyasında inanç öğelerinin ve tasavvufun da katkısı olduğunu göstermektedir.
“Yine bahar geldi karlar eridi
Sularda coşmanın zamanı geldi
Dağları ovayı yeşil bürüdü
Çiçekte kokmanın zamanı geldi”
Tabiat, âşıkların bir nevi gönül dilidir. Seyhanî de diğer âşıklar gibi şiirlerinde tabiat unsurlarını kullanmıştır. Bazen dağa, bazen esen rüzgâra, bazen de ovaya karşı dert anlatılır. Sevdiğini de çiçeğe, güle ve diğer tabiat unsurlarına benzetebilir.
“Buna derler yalan dünya,
Gel ağlama, bel bağlama
Bir gün dönecen Mevlaya
Gel ağlama bel bağlama”
Âşık bu dünyanın faniliğinde söz açarak, dünya nimetlerinin bir gün son bulacağını ve ebedi hayatın ölümden sonra başlayacağına dikkat çekmektedir (Aydın, 2006: 115-120).
Nurhanî
Asıl adı Nuri Kaya olan âşık,1959 tarihinde Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde doğmuştur. Âşık, “Nurhanî” mahlasını kendisi tercih etmiştir. Evli ve dört çocuk babası olan Nuri Kaya hâlen hayattadır. Erzincan’da tek faaliyet gösteren âşıklık kahvehanesi Nurhanî’ye aittir.
İlkokulu bitirdikten sonra ailesinin maddi sıkıntıları nedeniyle eğitim hayatını devam ettirememiştir. Yerel bazda birçok ödül alan Nurhanî 1983 yılında Suudi Arabistan’a işçi olarak gitmiş ve 1990 yılına kadar burada kalmıştır. Aşığın şiirleri Erzincan’da Özsöz ve Doğu gazetelerinde yayımlanır. Erzurum ve Erzincan’daki yerel televizyon kanallarında düzenlenen âşıklar programına katılan Nurhanî, âşık Reyhanî’den etkilenmiştir. Bunun yanında, İmam Gazali’nin eserlerinden etkilendiği de bilinmektedir. Türk ahlak yapısını şahsında izleyebildiğimiz aşığımız samimiyet, hoşgörü ve doğru sözlülüğün temsilciliğini yapmıştır.
Toplumun milli değer yargılarını ön plana çıkaran Âşık Nurhanî şiirlerinde bayrak, millet, vatan sevgisi temalarını ince ince toplumun hafızalarına işlemiştir. Âşık, özellikle bayrağı kutsal bulur. Onun için seve seve can vermeye hazırdır. Bu sevgisini şöyle dile getirmiştir:
“Gayrı güzeli neyleyim
Bana yeter al bayrağım
Onunla gönül eyleyim
Cana yeter al bayrağım
Bayrağını getir dile
Vatana olur mu hile
Yüz bin nufüs olsa bile
Sana yeter al bayrağım
Bulaman onun dengini
Hem fakir hem zengini
Söyledi âşık NURHANİ
Cihana yeter al bayrağım”
Âşıkların genelinde yer alan doğa ve tabiat sevgisi Âşık Nurhanî tarafından da şiirlere konu edilmiştir. Âşık Nurhanî Fırat’a sesleniş adlı şiirinde, Fırat Nehri ile dertleşir.
“Dinle anlatayım ey Fırat nehri
Neden durgun durgun akar gidersin
Anladım gidişin Mevlanın emri
Çağlayıp yüzüme bakar gidersin” (Aydın, 2006: 143-147)
Zakir Tekgül
1960 Erzurum doğumludur. Evli ve dört çocuk babası olan Âşık Zakir Tekgül, ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle sadece ilkokulu tamamlamış, erken yaşta hayata atılmıştır. On bir yaşında saz öğrenmeye başlayan Tekgül Ruhani Baba’dan dersler almıştır. Âşık bade içişini şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün rüyamda bir cami gördüm. Caminin içerisinde musluklardan sular akıyordu fakat birkaç tanesi kesilmiş akmıyordu. Musluklardan birinden bir tas su doldurdum, o esnada bir ses duydum. O sudan iç dediler. O sudan bir tas içtim.” Aşığın, bu rüyadan uyandıktan sonra ilk deyişi şudur:
“Yârin hayali ile umut bağını
Bekledim gülleri solmasın diye
Cefa ile aştım sevda dağını
Yâd eller yârimi almasın diye
Ben yardan ayrıyım sevdadır derdin
Yar ilinle giden yola giderdim
Gidip gelen ile selam gönderdim
Gönül defterinden silmesin diye
Zakiri’yim eremedim murada
Günden güne düştüm a-u feryada
Gizli esrarımı söyleyemem yâda
Düşmanlar üstüme gülmesi diye”
Tekgül Kayseri Develi, Erzurum ve Bayburt’ta Âşıklar Bayramı’na katılmış, başarı belgesi ve çeşitli madalyalar almıştır. İrşadi dalında “Bağlamış” adlı şiir ile birincilik almıştır.
“Gören gözler hemen olur aşina
Gülü gülzarını zülüf bağlamış
Mürid olan yürür pirin peşine
Sırrı esrarına zülüf bağlamış”
Erzincan’ın yerel televizyon ve gazetelerinde zaman zaman rol almış, Âşık Ruhani ile beraber Almanya’da programlar icra etmiştir. Tekgül, tasavvufta da Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdayi, Terzi Baba gibi isimleri kendisine örnek almıştır.
Âşık Zakir Tekgül’ün şiirlerinin muhtevasını; tabiat unsurları, bayrak sevgisi, vatan, dinî hususlar, ahlaki değerler ve toplumsal sorunlar oluşturmaktadır. Memleket sorunları ile ilgili görüşlerini bir dörtlüğünde şöyle dile getirmiştir:
“Avrupa’nın hayranı
Kurmuş demi devranı
Zamlara dur diyen yok
Boş buldular meydanı”
Tekgüle göre bir milleti yok etmek, en önce milletin ahlakını bozmayla başlar. Âşık ahlaki değerlerimizi yitirip, bozulduğumuzu bir dörtlüğünde hazin bir şekilde dile getirmektedir:
“Özünü unutan bir nesil olduk
Kanayan yarayı bağlayamadık
Kültürün özüne baltayı çaldık
Şimdi kendimizi tanıyamadık” (Aydın, 2006: 155-163).
Yaşar Demiroğlu
1962 yılında Kelkit Sarışeyh Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde, 1975’de Hakkâri’de başladığı ortaokulu Gümüşhane Atatürk Ortaokulu’nda bitirdi.1981’de Gümüşhane Lisesi’nden mezun oldu. 1983’te askere gitti. Astsubaylık imtihanını kazandı ve 30.08.1985’te askeri okuldan mezun oldu. İlk görev yeri Çorlu’da (1985–1989), Bingöl (1989–1993), Ankara (1993–1998), Hakkâri (1998–2000), Antalya (2000–2002) ve geçici görevle 6 ay Nahcivan’da görevlendirildi.
Sonra Antalya’ya döndü ve 18.07.2006 tarihinde Şanlıurfa’ya tayin oldu. 2006’da Anadolu Üniversitesi AÖF Önlisansı bitirdi. 16.11.2007’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli oldu. Ankara’da ikamet etmektedir. Evli ve 3 çocuk babasıdır. “Nahçıvan’dan Selamlar” isimli şiir kitabı yayınlandı. Âşık Nuri Çırağı ve Âşık Kul Nuri tarafından “Demiroğlu” mahlasını aldı.
TEL VER BANA
Küsüp gitme sevdiceğim, Dostum isen el ver bana, Dikenlerinden usandım Lale sümbül, gül ver bana.
Tatlı, tatlı konuşsan yar, Benim ile danışsan yar, Muhabbete alışsan yar Güzel konuş, dil ver bana.
Güzel giyin ki yakışsın, Yarla karlı dağlar aşsın, Küsersen amansız kışsın Yalvarırım yol ver bana.
Demiroğlu küsmez sana, Adını yazar cihana, Can kurban güzel sultana Zülfünden bir tel ver bana.
DEĞERLENDİRME
Âşıklık geleneği, Türk halkının en büyük kültürel hazinelerindendir. İslamiyet öncesinden gelen bu gelenek, Türklerin İslam dininin kabul etmesi ve Anadolu topraklarına göç etmesi ile terkedilmemiştir. Aksine, -hâlâ Eski Türk geleneğini yaşatan Türklerde kam, şaman, Anadolu Türklüğü dışındaki Müslüman Türk boylarında baksı, akın, ozan gibi adlarla bilinen bu sanatçılar tarafından devam ettirilen bu gelenek- tüm Anadolu topraklarında olduğu gibi Ersincan’da da ata yurdun bir mirası olarak değerini yitirmemiş, Hak dinin etkisi altında yeni kimliğiyle yeni dinî ve coğrafi motifler çerçevesinde gelişerek varlığını sürdürmektedir.
Erzincan’da bu mühim geleneğin yegâne temsilcileri olan âşıkları, bulundukları ortamların kanaat önderleri, halkın ise öncüleri olarak kabul görmüşlerdir. Nitekim söz konusu geleneğin Erzincan ilinin çevresinde bulunan diğer illere göre daha az geliştiği kabul edilebilir bir gerçektir. İlin tekke ve tasavvufi düşünceye daha yatkın vaziyette bulunması dolayısıyla saza haram gözüyle bakılması bu durumun genel sebepleri arasında görülebilir.
Bütün bunlara rağmen Âşıklık geleneği ve bu geleneği etrafında gelişen medeniyetin Erzincan kültürel mirasına katkısı son derece mühimdir. Fakat diğer illere nispetle, değişen sosyal şartların beraberinde Âşıklık geleneğinin Erzincan’da eski gücünü ve canlılığını yitirdiği sonucuna da ulaşılmıştır. Geçmişten gelen ve bugün hâlen hayatta olan Erzincanlı âşıkların şiirlerinde, dinî konular başta olmak üzere, vatan, aşk, hasret, doğa vb. temalar işlenmektedir.
KAYNAKLAR
ALP, G. (2018). Tasavvuf ve Klasik Şiirimiz. Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1(1), 415-418.
AYDIN, O. (2006). Erzincan’da Yaşayan Çağdaş Âşıklar (Yayımlanmamış lisans tezi). Erzurum, 2006: Atatürk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
AYDIN, O. (2008). Âşık Kul Nuri, Kuşluk Vaktinde. Ankara: Lazer Ofset Matbaa.
AYDIN, O. (2017 ). Her Yönüyle Molla Âşık Müdami. Ankara: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.
AYDIN, O. Y. (Can Yayınları). Âşık Daimî Hayatı ve Eserleri. İstanbul,: 2009.
DEMİR, C. (2011). Aşık Müslim Seyranî'nin Hayatı, Sanatı ve Eserleri (Yayımlanmamış Yüksek lisans tezi). Edirne: Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
DÜZGÜN, D. (2015). Necip İle Telli Hikâyesi. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi(54), 307-324.
ERDOĞAN, A. (2013). Erzincanlı Salih Baba. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014 (s. 441-459). Eskişehir: Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB).
HEZİYEVA, S. (2010). Kars Âşıklık Geleneği ve Badeli Âşık. A.Ü Türkiyat Araştırmaları Dergisi Enstitüsü(44), 211-225.
HEZİYEVA, S. (2010). Tarihi Süreç İçerisinde Türkiye’de Âşıklık ve Âşıklık Geleneği. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, X(10), 81-89.
KARA, R. (2008). Âşık Müslim Kumru Seyrani. Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, 10(1), 39--64.
KUYUMCU, F. (1979). Salih Baba Divânı. Ankara: Gaye matbaası.
ÖZARSLAN, M. (2001). Erzurum Âşıklık Geleneği. Ankara: Akçağ.
ÖZDEMİR, C. (2011). Âşıkların Dilinden Âşıklık Geleneği. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4(17), 130-146.
ÖZKAYA, İ., KOP, Y., & AYDIN, O. (2016). Geçmişten Günümüze Âşıkların Diliyle Kars. İzmir: Kanyılmaz Maatbacılık.
ÖZMEN, İ. (1998). Alevi Bektaşi Şiirleri Antolojisi (Cilt V). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.
SEYRANİ, M. K. (1987 ). Gerçeğe Doğru. Ankara: Ekber Matbaası.
SEYRANİ, M. K. (2007). Gülistan-Söz ve Şiirleriyle Maddi-Manevi Bilgiler. Erzincan: Özsoy Matbaası,.
SULARİ, E. (1993). Kervan Dergisi(27).
TEKİN, İ. (2011). Son Gezgin Âşık, Davut Suları ve Müziği (2011-II). SAÜ Fen Edebiyat Dergisi(II), 141-162.
YARDIMCI, M. (1986). Âşık Davut SULARİ Hayatı, Sanatı, Şiirleri ve SULARİ ile Son Sohbet. Erciyes Dergisi(105).
YARDIMCI, M. (2002). Başlangıcından Günümüze Türk Halk Şiiri / Anonim Halk Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri. Ankara: Ürün Yayınları.
YARDIMCI, M. (2015). Âşık Davut Sularî’nin Hayatı- Sanatı-Şiirleri ve Son Sohbet. Kültür Evreni(24), 48-63.
YILMAZ, G. (2006). Davut Sularî ve Ozanlık Geleneği İçindeki Yeri (Yayımlanmamış Yüksek lisans tezi). Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
[2] Necm Sûresi, 1-9 ayetleri arasında geçen ve dinî-tasavvufî şiirlerde oldukça önemli bir yere ait olan bu ibare, “قاب قوسىن ”şeklindedir. 9. Ayette geçen bu kavramla birlikte yine şiirlerde rastlanan “ev ednâاو ادنى” da bir makam olarak telakki edilmiştir. Mesela, Celvetiye tarikatının mürşidlerinden biri olan Hazreti Üftade, bir şiirinde şöyle söylemektedir: "Kâb-e kavseyn ma'nisin anlayuben fehmeyledim / Kâni' olmadı anınla erdi ev-ednâ’sına”. Abdurrahman Sâmi Saruhânî Uşşâkî ise “Zikrimiz esmâ fikr-i müsemmâ / Seyr-i ev ednâ Bedevîleriz” ve ayrıca Nutk-ı Şerîf’inde “Mi'râca tecrîd deminde sen bî-cihet erdin ise / Ednâ nedir a'lâ nedir hem sırr-ı ‘mâ evhâ’ nedir” demektedir.