ERZİNCAN EFSANELERİ

Erzincan Legends

                 Dr. Öğr. Üyesi Ruhi KARA

          Kültürümüzde önemli bir yeri olan efsaneler, insanları doğruluğa, iyiliğe, yardımlaşmaya ve manevî değerlerimize saygıya davet eden olağanüstü yer ve olaylar ve şahıslar üzerine anlatılan hikâyelerdir.

          “Efsaneler sözlü geleneğin ürünü olan bir anlatım türüdür. Temelinde inanç unsuru vardır. Efsaneyi anlatanlar ve onu dinleyenlerin efsanenin gerçek üzerine kurulduğuna inanırlar. Bu gerçek objektif bir gerçek değildir. Efsaneyi nakledenler ve dinleyenler efsanedeki olayların gerçekten olmuş olduğuna inanırlar.(Seyidoğlu,2005)

          “Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarının birinde olan değişikliği akıl dışı ve olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye. Bunun temeli olan olay halkın muhayyilesinde şekil değiştirerek, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçer.” (Özön, 1954)

          Erzincan efsaneleri, öğrenci lisans tezlerinde, dergilerde, il ile ilgili yapılan kültürel araştırmalarda derlenerek bir kısmı kayıt altına alınmıştır. Erzincan efsaneler üzerine ilk akademik çalışma Ruhi KARA tarafından yapılmıştır. Kara, “Erzincan Efsaneleri” konusunda yüksek lisans tezi hazırlamış; Erzincan efsanelerini yazılı ve sözlü kaynaklardan derleyerek ilmî metotlara göre incelemiştir.(Kara,1991) Bu çalışma 1993 yılında Erzincan Valiliği tarafından bastırılmıştır:(Kara,1993)

 

ERZİNCAN EFSANELERİ

 

ERZİNCAN ADINI NEREDEN ALDIĞI

         “Can” eki ile sona eren birçok yerleşme vardır. Tercan Mercan, Zencan, Delican v.s. örnekler verilebilir. Bunlar gibi batılıların Euphrates dedikleri Fırat’ın yukarı havzasındaki Karasu’nun hemen kuzeyinde, düzlük bir alana kurulmuş olan Erzincan, “can” eki ile ortaya çıkmış isimdir. Urartulardan günümüze, ovanın çeşitli yerlerinde iskâna açılan Erzincan’ın bölge adı Ekeleatz/Acilisene’dir. Şehir-kale adı ise Erez’dir. İlkçağ ve ortaçağdaki yazılış şekilleri Yeriza, Yerzinka, Arsenga’dır. Ermeniler ise bölgeyi kendi aksanlarına uygun olarak Eğeğatz diye söylemişlerdir.(Konukçu,2001)

          “Erez, Arzinga, Eriza, Aziris gibi kısmen yakın söyleyişlerin temelinde yöresel bir tanrının ya da tanrısal bir da ima yollu bir göndermenin olabileceği de düşünülebilir. Arziya’dan Arzinga ya da Erzinga biçimine geçişin basit bir ifade farklılaşması olduğu anlaşılır olmakla birlikte, Arzingan’dan Aziris’e geçiş, aynı kenti “Arzi” ve “Azir” gibi farklı iki kök isimle anmanın izahı biraz sorunludur. Erzincan adı esas olarak Arzi-Arziya-Arzinga(n)-Erzinga(n) biçiminde bugünkü “Erzincan’a kadar ulaşmıştır.”(Şahin,2014)

 

BELKIS

         “Bu son ziyaretimde Erzincan kasabasının 1600 evde 9 bin kadar nüfuslu buldum. Cihan Harbi’nden evvel 6000 evde 22 bin nüfus varmış. Vilayetin nüfusu da 65.000 tahmin olunuyor. Halbuki Cihan Harbi’nden önce 135.000 imiş.

         Erzincan hakkında halktan şunları dinledim:

         “Selçukîler zamanında Erzincan’ın adı Belkıs imiş. Tavaifi mülûktan Melik Salih buranın hükümdarı imiş. Şiilik buraları istilâ ediyor diye Belh’de Harzem şahının şeyhülislamı bulunan Mevlâna’nın babasını davet etmiş. Halk Van Gölü sahilindeki Ahlat’a kadar istikbale gitmişler. İstikbalde Erzurum halkı dahi bulunmuş.

         Mevlâna’nın babası, Belkıs şehrini görünce şöyle demiş: “Erzen cani men amed” Türkçesi “Burası benim canıma lâyık geldi!” Halk da teberruken (uğur sayarak) Belkıs şehrine Erzincan demişler. Melik Salih de Mevlâna’nın babasını Erzincan’da reisü’l-ulema nasbetmiş (atamış). Burada ilk Mevlevi tekkesini de bu zat yapmış.

        Mevlâna babasıyla Erzincan’a geldiği zaman bir yaşında imiş. Alt yaşına girdiği zaman Selçuklu devleti Padişahı onu Konya’ya yanına aldırmış. Artı sonraları da Konya Mevlevîlerinin merkezi ve Selçukîler de Mevlevî olmuşlar.”(Karabekir,2001)

 

KEŞİŞ DAĞI EFSANESİ

         Erzincan'ın Kuzey Doğusunda, şimdiki Keşiş dağında bir keşiş otururmuş. O zamanlarda Erzincan'da hiç kış olmazmış. Bir gün keşişin kızı, su almak için yakınlarında bulunan göle gitmiş, bakmış ki göl kaymak tutmuş. Koşa koşa babasının yanına gelerek, "baba bizim göl kaymak tutmuş" demiş. Keşiş bu işe çok hayret etmiş ve gölün bulunduğu yere gelmiş. Keşiş bakmış ki gölün yüzü buz tutmuş. Keşiş Erzincan'a kışın geldiğini anlamış, göçünü tutup Erzincan'ı terk etmiş. Dağın adı buradan kalmış.

 

KAZANKAYA EFSANESİ

         Eski hesap April’in beşinde koca karının biri yaylaya çıkmak istemiş. Yaylaya çıkmayı komşusuna da teklif etmiş. Komşusu, "Allah kısmet ederse gideriz" demiş. Kocakarı, "Allah kısmet etse de gideceğim etmese de" demiş. Koyunlarını, çadırını kazanımı alıp, Erzincan'ın güneyindeki Munzur Dağının tepesine çıkmış. Bu sırada öyle bir fırtına çıkmış ki, kocakarı ne yapmışsa kendini bu fırtınadan kurtaramamış. En sonunda süt kazanın içerisine girmek aklına gelmiş. Kazanı ters çevirip içerisine girmiş. Kocakarının yaylaya çıkmadan önce söylediği söz Allah'ı gücendirir ve Allah onu orada onu kazanı ile birlikte taş keser. Bu taş şimdi Munzur Dağının tepesinde, Kazankaya diye anılmaktadır.

 

KAZANKAYA EFSANESİ

        Çok eski zamanlarda iyilerin yanında kötülerin de türediği çağlarda Kazankaya sırtlarını otlak olarak kullanan bir yaylacı varmış. Bu yaylacının malı, davarı sayılamayacak kadar çokmuş. Ne var ki, bu kadar varlığa rağmen cimri adamın birisiymiş. Çok yaşlı olmasına rağmen, dünya malına çok bağlıymış. Öyle ki, her gün adam boyundaki kazanlarıyla süt kaynattığı halde, bir ihtiyaçlı çıkagelse, bir maşrapa süt vermezmiş.

        Günün birinde kuşluk vakti, ihtiyar yine hizmetkârıyla süt kayna tırken, uzaktan yaşlı bir adamın geldiğini görmüşler. Hasis olduğu kadar da kurnaz olan bu yaylacı; "Sabahın bu saatinde bu tarafa doğru gelen yabancı kim bilir benden neler isteyecek..." diye düşünmekten kendini alamamış. Cimrilikten eli ayağı titremeye başlamış. "En iyisi ben şu yün yığınlarının içine gizleneyim" diye düşünmüş ve hizmetçisini de sıkı sıkı tembihlemiş. "Eğer gelen yabancı bir şey isterse ağa burada yoktur, ben de kimseye bir şey veremem, deyip adamı başından savarsın" Böyle durumları iyi değerlendirmesini bilen hizmetkâr da ağasından pek geri kalmazmış. Derler ya kötü kötüyü bulur diye... İşte böyle. Neyse, ağa hemen yün yığınlarının arasına gizlenmiş, hizmetkâr da giderek yaklaşan yabancının gelişini seyre koyulmuş. Bir süre sonra karşıdan gelen yabancı kaynayan süt kazanlarının yanma ulaşmış. Bu nur yüzlü bir ihtiyarmış. Yorgun ve titreyen sesiyle hizmetkâra: "Oğul dizlerimde derman, dilimde aman kalmadı. Açlıktan ve yorgunluktan ölmek üzereyim. Bana bir yamak süt ver." Hizmetkâr ihtiyarın yüzüne bile bakmaya gerek duymadan, "Ağam burada yok, ben de ondan izinsiz kimseye bir şey veremem" diye ters ters konuşmuş.

          Evet, sevgili okurlar, efsane bu ya, meğer nur yüzlü ihtiyar Hızır’ın ta kendisiymiş. Bu cimri ihtiyara, son bir denemeden sonra dersini vermeye gelmişmiş. Hizmetkârın cevabı üzerine, bu hasis yaylacının bütün dünya malına rağmen, yüreğinde insan sevgisi olmadığını, insanlara yardım etmeyeceğini artık iyice anlamış. Bu cimri herife öyle bir ders vermeliyim ki, bütün insanlara örnek olsun diye düşünmüş. Cimri yaylacı, yün yığınlarının için de işin sonunu beklerken, nur yüzlü ihtiyarın gök gürlemesini andıran sesi duyulmuş. Elindeki asayı yün yığınlarının içine sokarak: "Kalk, kıllı ayı kalk... İnsanları sevmeyi onlara yardım etmeyi öğrenemediğin için, süt kazanın kaya, sen ayı, davarların da ardıç olacaksın..." diye gürlemiş. "Bu tepe üzerindeki taşlaşmış kazanın, ardıç olmuş davarlarınla birlikte, insanlar kıyamete kadar seni seyredecek, cimriler cimriliğinden, benciller bencilliğinden, seni görerek utanacaklar. Dirin bir şeye yaramadı, bari bu halin insanlara ders olsun..." diye sözünü tamamlamış ve oradan uzaklaşmış. Korkudan gözlerini kapamış olan hizmetkâr bir de gözlerini açmış ki, süt ısınan kazan taş, koyun sürüleri de ardıç şekline dönmüş, süt isteyen nur yüzlü ihtiyar da ardıç ağaçlarının arasında kaybolmuş. Cahil hizmetkâr işte o zaman, bu ihtiyarın Hızır olduğunu anlamış ama, artık iş işten geçmiş.

         Bu olayların olduğu çağlarda hiç kimse Kazankaya ormanlarına yaklaşmamış. Sadece, uzaktan uzağa Kazankaya'yı seyredenler, "İşte hasisliğin sonu budur" diye birbirleriyle konuşurlarmış.

          Aradan yıllar, yıllar geçmiş. Bu efsane yöre halkı için anlamını yitirecek olmuş. Köylüler Kazankaya tepesine tırmanıp, ormandan ağaç kesecek olmuşlar. Ancak, sevgili okurlar, efsane bu kez de etkisini göstermiş. Kesilen her ardıç dalından kan fışkırmaya başlamış. Tıpkı kesilen bir koyun gibi. Bunun üzerine yöre halkı bir daha bu ağaçlara balta sallamamış ve Kazankaya'dan el çekmişler.

          O gün, bu gün Kazankaya'ya bakanlar hep bu efsaneyi ve kimseye yardıma yanaşmayan cimri ihtiyarı hatırlamışlar.(Kaynak kişi: Fahri TAŞ)

 

CİMİNLİ BABA EFSANESİ

         Ciminli Baba asker iken çok sofu imiş. Kimsenin iyisine kötüsüne karışmazmış. Bir gün çavuşu bunu haksız yere dövmüş. Ciminli Baba bu işe çok üzülmüş. Oradan koşa koşa kaçıp ekmek pişen fırının içerisine girip ateşin üzerine oturmuş. Orada bulunanlar Ciminli Babanın yanmadığını görüp hayretler içerisinde kalmışlar. Çavuşu yalvara yakara bunu dışarı çıkarmış, bir daha dövmeyeceğine yemin etmiş.

 

VARTİNİK EFSANESİ

         Erzincan'ın merkez köylerinden Yalnızbağ köyünün 3 km. batısında Vartinik mevkiinde altın olduğu söylenirmiş. Köyden bir molla ve bir kaç arkadaşı bu altınları çıkarmayı düşünürler. Molla derki: "Ben bu yerde okuyup üfleyeceğim. Sakın kimse ses çıkarmasın." Gece hep birlikte bu mevkiiye giderler. Molla okumaya başlar. Bu sırada bir kız çıkar, molla okudukça o da soyunur. Molla okumaya devanı eder, kız da iyice soyunur altında bir şalvarı kalır. Kız soyunmamak için mollaya yalvarmaya başlar. İçlerinden bir tanesi kızın yalvarmasına dayanamayarak, "Molla bırak o da kalsın" der. Der demez hepsi birden çarpılır ve kendilerini sabahleyin yakından akan derenin içerisinde bulurlar. Eğer içlerinden biri konuşmasaymış, o kız hep altın olacakmış. Mollanın adı bu olaydan sonra Cinlerin Molla diye anılır.

 

KÖŞKÜ NİGÂR

         Nigâr güzelliği ile dillere destan olmuş bir kesiş kızıdır. O zamanlar Erzincan Cimcime Sultan’ın hakimiyetindedir.  Nigâr’ın güzelliği Cimcime Sultan’ın da kulağına gelir. Güvendiği komutanlardan birini huzuruna çağırır: ‘’Tez gidip Nigâr’ı babasından  isteyesin . Ne kadar dünyalık isterse veresin. Getirip haremime koyasın. ‘’ der.

          Komutan yanına askerlerini de alarak Nigâr’ın yaşadığı köye gelirler. Kızı babasından isterler. Kesiş Efendi buna çok memnun olmuştur. Ancak fazla dünyalık koparmak amacıyla biraz nazlanır. Komutan kesenin ağzını açınca da razı olur. Bunu duyan Nigâr, beyninden vurulmuşa döner. Çünkü yukarı yayladaki çobana aşıktır. Çoban da kıza çok sevmektedir.

         Kesiş Efendi’nin vicdanında dünyalık daha ağır bastığında kızının aşkını paraya tercih eder. Aynı zamanda kızını vermezse kellesinin gideceğinden de korkmaktadır. Nigâr’ı  huzuruna  çağırır. Meseleyi işine geldiği gibi anlatır.  Sonunda ilave eder: ‘’Ben seni bir çoban parçasına yar etmem. Ya sultana gidersin, ya da benim Nigâr diye bir kızım yoktur.’’ diyerek kızının bütün ümitlerini söndürür. 

         Nigâr çaresiz razı olur. İki gözü iki çeşme ağlayarak yol hazırlığına başlar. Cimcime Sultan kızın güzelliğine hayran olmuştur. Nigâr ise son derece huzursuzdur. Her gün  ağlamakta, günden güne solmaktadır. Sultan sorduğunda:’’ Köyümü ve babamı  çok özledim.’’ diye cevap verir. Sultan bu duruma bir çare aramaktadır. Onu köyüne göndermek ister fakat çobanla olan aşklarını duymuş, bunun yeniden filizlenmesinden korkmaktadır. Sonunda bir çare bulur ve Nigâr’ı huzuruna çağırır: ’’ Bak sevgili hatunum. Seni çok seviyorum ve  yanımdan ayırmak istemiyorum. Ancak senin her gün ağlamana da gönlüm razı olmuyor.  Seni köyüne gönderirim ancak bir şartım var. Köyünüzün yaylasındaki Ulu Kaya  üzerine bir kale yaptıracağım. Sen ve ailen o kalede kalacaksınız ve her türlü ihtiyacınız karşılanacak. Ben ara sıra seni görmeye geleceğim. O kaleden dışarı çıkmayacaksın  ve  görevlilerden başka da kimse girmeyecek. Eğer bunlara razı isen gönderirim.’’

         Nigâr köyüne, ailesine, sevdiği gencin gezip dolaştığı, havasını teneffüs ettiği o güzel  yaylaya kavuşma ümidiyle heyecanlanır. Heyecanını gizlemeye çalışarak sultanın teklifine ‘’peki’’ der.

         Kısa zamanda kalenin inşası tamamlanır. Küçük yalçın bir kale, daha doğrusu köşk yapılmıştır. Giriş kapısından başka  bir yerden girmek mümkün değildir. Nigâr çeşitli hediyelerle uğurlanır. Köşke yerleştirilir. Köşkün uzaktan görünüşü çok muhteşemdir. Ovadaki birçok köyden görülmektedir. Kartal yuvasını andıran köşke, Köşkü Nigâr ( Nigâr’ın Köşkü) ismi verilir.

          Aradan bir müddet geçtikten sonra çobanla Nigâr’ın aşkı yeniden  alevlenir. Bugün Ayıplı Deresi denilen yerde gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sultanın da bundan haberi olur. Komutanını yanına çağırır. Hiddetle: ’’ Çabuk Nigâr’ın köşküne gidesin. Çobanı da Nigâr’ı da ölü veya diri getiresin. İlle de diri getirmeni isterim. Onların cezalarını kendi ellerimle vereceğim.’’ der.

          Komutan yanına bir miktar asker alarak yaylanın  eteğine gelir. Bunu duyan çoban ve Nigâr bohçalarını alarak kaçmaya çalışırlar. Askerlerse arkalarından yetişmek üzeredir. Çoban ile Nigâr kaçmaktan bitap düşmüşlerdi. Artık kaçamayacaklarını anlarlar: Ya askerlere teslim olacaklar veya  kendilerini uçurumdan atarak canlarına kıyacaklardı. İkinci yolu tercih ederek ölüme de beraber gitmeyi eğlerler. O esnada gök yüzünü kara bulutlar kaplar,   korkunç  sel ve toprak kayması olur. Nigâr ve çobanın cesetlerini e askerleri bir anda altına alır. Aşıklar artık çok sevdikleri yayların, ovaların  toprağına karışmıştır.

          Sel aşağıdaki köyü de ikiye bölmüştür. Keşiş Efendi’nin  manastırı da yerle bir olur. O  günden sonra her yağmur yağışında o dereden gelen ve köye hayat veren su acı olayı hatırlatırcasına bulanık akar. Köşkün yıkılmış duvarları bu efsaneyi ispatlaması bakımından şimdi mevcuttur.

          Efsanede bir halk hikâyesi ve masal unsurları görülüyor. Efsanede olağanüstü olaylar mevcut. İki sevgilinin dünyada birleşemedikleri, öbür dünyada birleşmek için ölüme gittikleri anlatılıyor. Bu da tipik bir halk hikâyesi motifi taşımaktadır.

          Köşk-ü Nigâr daha sonralar bir  yerleşim birimi olmuş. İsmi değişmiş  Köşünker  olmuş, en sonunda da bu köye Buğdaylı ismi verilmiş. Köşk-ü Nigâr şatosuna “ Kızlar  Kalesi” de denmektedir.

 

MAMA HATUN

         Erzincan’ ın  Tercan ilçesinde bir kervan sarayın yanındaki türbede yatan Mama Hatun bir Türk Beyi’nin kızı imiş. Dünyada bir iz bırakmak için  bir türbe yaptırmaya karar verir.

         Görevlendirdiği mimar sanatının bütün olanaklarını kullanarak  türbenin temelini attı. Duvarlar su basmanını aşmış, sıra sıra yükselmeye başlamıştı. Ne var ki hatun işin her evresini büyük bir ilgi ile izliyordu. Bu amaçla da hemen her gün iş alanına gelerek yapılanları denetliyordu. Hatunun her geliş gidişi ona derin bir ilgi duyan mimarbaşının ruhunda kaynaşan kabarcıkları biraz daha artırıyordu. Bu çoşku kabarcıkları bir yandan işin daha hızlı yürümesini sağlıyor öte taraftan hatuna yönelik dupduru sevgiyi iyiden iyiye yoğunlaştırıyordu. Hatun mimarın durum ve davranışlarındaki değişikliği sezinlemekte gecikmedi. Ama bilmezlikten, görmezlikten geliyordu.

         Gün oldu bu tutku mimarın uykularını kaçırdı. Duygularını açığa vurmaktan başka çıkar yol olmadığını düşündü. Yüz yüze  geldikleri, baş başa kaldıkları bir gün niyetini açıkladı. Türbenin bitiminden sonra yaşamlarını birleştirmeyi, yepyeni bir yuva kurmayı önerdi. Hatun ilk cevabında, bu işin kolay olmadığını, kendisin bir bey kızı olduğunu söyledi. Daha sonraki konuşmalarında kurmayı düşündükleri yuvada mutluluğa ermenin  olanaksızlığını bildirdi. ‘’El ne söyler.’’ Kaygısı içinde hep olumsuz karşılıklar veriyordu. Şu var ki hiçbir konuşmasında karşısındakini  büsbütün karanlıklara boğmuyor,  sözü kestirip atmıyordu. Bu nedenle de mimar için umut kapıları kesinkes kapanmamış oluyordu. Ölmeyen umutlar, kapanmayan kapılar kişioğlunun  gönlünde bitip tükenmek bilmeyen bir güç kaynağıdır.

         Mimar yapı işini büyük  bir titizlik içinde yürüttü. Günü geldi türbenin kubbesini de kapatacaktı. Son taşı yerine yerleştirmeden hatunun son sözünü işitmek istiyordu. Olumlu karşılık alacağına hâlâ  inanıyordu.

         Bir gün Mama Hatun mimarbaşına kırk yumurta gönderdi. Bunlardan her birini günün üç öğününde  yesin diye haber saldı. Öğünler günleri izlemiş, günler ilerlemişti. Mimar hatunun  bu buyruğunu da yerine getirdi. Yumurtaları birer birer yedi. Sonra huzura kabul edildi. Ne yazık ki Mama Hatun’un son konuşması susturucu olmuştu: ’’ Mimarbaşı sen büyük bir sanat adamısın. Ünün her ülkeye yayılmıştır. Sen istersen zengin çocukları, ağa kızları sana kollarını açmaya hazırlar. Sen neden kısmetini bu yolda aramazsın da ille bana gönül bağlarsın. Ben bir hükümdar kızıyım ama insan olarak diğer kadınlardan ayrı bir yaratılışta değilim. Sana kırk yumurta göndermiştim. Bunları yedin. Tatları  bakımından aralarında bir fark var mıydı? İşte kadınlar da  bu yumurtalar gibidir. Sen bu olmayacak sevdadan vazgeç. Sen işini bitirip teslim ettikten sonra kendine uygun başka bir gönül ortağı aramaya bak.’’

        Mimar bu kesin ve olumsuz cevap karşısında iliklerine kadar sarsıldı. Ta derinden ürperdi. Batan varlığı ile sendeledi. Yere yıkılmamak için yanındaki duvara güçlükle tutunabildi. Elindeki  külüngü var gücü göğe fırlattı,  başını altına tuttu. Hızla düşen ağır külüngün altında soğuk bir ürperişle can verdi. Bu kendine kıyış yüzyılların ötesinden bir ses gibi Mama Hatun’un türbesinden buram buram tüten bir acının silinmez izini taşır.

 

CİMİNLİ BABA

         Ciminli Baba’ yı esnaflar bir bayram günü ziyaret etmeye karar vermişler. Yolda bir arkadaşlarına rast gelmişler. Adam arkadaşlarının kıramamış. İstemeyerek de olsa gitmeye karar vermiş. Ciminli Baba gelenleri buyur etmiş, hepsi bayramlaşıp elini öpmüşler. Gelmeye niyeti olmayan kişi arkada kalmış. Ciminli Baba o adama hitaben :”Ey sığır eti yemiş, neden gelmek istemiyorsun, ben senin gençliğine acıdım.” demiş. Adam, benim düşündüklerimi nasıl bildi , diye hayretler içerisinde kalmış. Ciminli  Baba ‘ nın elini öperek affetmesini istemiş. Ciminli Baba da onun arkasını okşayarak affetmiş.

        Ciminli Baba’nın asıl adı Süleyman’dır. Ciminli Mehmet Efendi’nin oğludur. Şeyh Fehmi Efendi’den icazet alıp bir müddet kolun şeyhliğini yapmıştır. Uzun bir riyazet  dönemi olmuştur. Son zamanlarda  şer’i hükümlerden uzak kaldığı görülmüş , 1939 depreminde kendi hücresinde vefat etmiştir.

        Halk tarafından  kutsal ve olağanüstü kabul edilir . Keramet ehlidir. Sağlığında süfli bir hayat yaşamış ermiş bir kişidir.

        Ciminli Baba ‘ ya ait altı efsane de, onun olağanüstü ve manevi gücü anlatılmaktadır.  Erzincan depremini önceden Üçüncü ordu komutanına haber vermesi , asker zayiatının az olmasına sebep olmuştur. 

 

ALKARISI

         Bu olay, 1921 yılında Erzincan’ın  Yaylabaşı köyünde geçmiştir. O yıllarda  Sıddık Efendi askerliğini bitirmiş  ve  köyüne dönmüş. Köyde bir evi ve küçük bir ahırından başka bir şeyi yokmuş. Sıddık Efendi’nin bir atı bir de iki ineği varmış. Askerden geldiğinden beri ahırdaki at her gün huysuzlaşıyormuş. Alkarısı  her gece ahıra girip atın saçlarını ve kuyruğunu  örüyormuş. At rahatsız olunca sağa sola tekme atıyormuş.  Bu durumdan rahatsız olan Sıddık Efendi büyüklerine gidip bu durumu anlatmış. Köyün büyükleri ona yapacağı her şeyi anlatmışlar.

        Sıddık Efendi acı sakızı alıp atın üzerine sürmüş. Gece yarısı gelip atın üzerine binmiş. Atı yine rahatsız etmeye başlamış. Eğlencesi bittikten sonra gitmeye çalışmış, fakat acı sakıza yapışıp kalmış. Sabah olunca Sıddık Efendi hemen ahıra koşmuş, kapıyı yavaşça aralamış bakmış bir de ne görsün insandan öte garip bir yaratık duruyormuş. Sıddık Efendi hemen bir çuvaldız alarak Alkarısı’nın yakasına takmış. Daha sonra yapışıp kalan Alkarısı’nı kurtarmış. Alkarısı Sıddık Efendiye şöyle demiş:’’ Beni yakaladın, bu iğne buradan çıkıncaya kadar buradan gidemem. Bu süre içinde sana en güzel hizmeti yapacağım.’’ Artık o da onlardan biri olmuş. Çocukla birkaç gün yanına yaklaşmamışlar, daha sonra zararsız olduğunu görünce onu sevmişler. Bu yaratık  Sıddık Efendi’ye yedi yıl hizmet etmiş. Yaptığı yemekleri pişirdiği ekmekleri beğenmeyen yokmuş. İşini çok titiz ve temiz yaparmış.

        Bir gün Sıddık Efendi onu su getirmesi için çeşmeye göndermiş. Alkarısı gitmeden önce şöyle demiş.’’ Gidiyorum geriye dönmem. Eğer merak ederseniz havuzun başına gelin, havuzun içi kan ise bilin ki ben öldüm.’’ deyip çıkmış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kadın suları doldurmuş, o an da yanına bir çocuk yaklaşmış, çocuktan yakasındaki iğneyi çıkarmasını istemiş. Çocuk iğneyi çekip çıkarmış. O anda Alkarısı  suyun içerisine akmış. Havuzun içerisi kanla dolmuş.

         Sıddık Efendi, Alkarısı’nı beklemiş , beklemiş fakat gelmemiş. Havuzun başına koşmuş. Birde ne görsün, havuzun içerisi kanla dolmuş. Kadının dedikleri aklına gelmiş, öldüğünü anlamış ve oradan uzaklaşmış. Evinde sessizlik ve yalnızlık başlamış. Bu olay Sıddık Efendi’yi uzun süre etkilemiş.

         Olağanüstü bir yaratık olan Alkarısı, ahırda yakalanır. Alkarısı  umumiyetle ahırda görünür. Burada da çuvaldız takılarak yakalanır. Ahırda atlara musallat olup, onları terleyinceye kadar koştururmuş.

         Efsane, bir masal motifi ile bitmektedir. Yakasından çuvaldız çıkarılan Alkarısı suyun içerisinde kaybolmuş. Su kan rengini almış.

 

 TERZİBABA

          Bir gün  yolda rastladıkları bir adam Baba’ya  hakaret kasdiyle, ‘’Uzun tazı geliyor.’’ demiş.  Bunu işiten baba hiddetli bir şekilde bakmış ve derhal adamın gözleri görmez olmuş. Bu hali gören yanındaki halifesi  ‘’ Baba ne yaptın?’’ deyince , ‘’Bende müteessir oldum ama ok yaydan fırladı.’’ demiş.

          Hacca gidecekler, paralarını Baba’ya  verirlermiş. O da fakirlere dağıtırmış. Günlerden bir gün, bir fakir,’’ Baba hazretleri, şu Kâbe’yi ben de görmek istiyorum fakat param yok.’’ deyince hemen kolundan tutup minareye çıkarmış ve kıbleye döndürerek iki kolları arasında sıkıp, ‘’Karşıya bak.’’ demiş ve adam Kâbe’yi tavaf eden hacıları görmüş ve büyük memnunluk duymuş.

          Terzibaba’ nın cenazesi götürülürken, yakın camilerden birinde ezan okunmaya başlanmış. Bu anda cenaze o kadar ağırlaşmış ki, cemaat taşıyamaz olmuş. İster istemez yere indirmişler. Ezan bitince tekrar almışlar ve bir kuş hafifliği ile edebi istirahatgâhına  götürmüşler. Cemaat ,”Terzibaba ezanı dinledi.” demiş.

 

MUNZUR İLE KEŞİŞ

         Erzincan ili kuzeyden ve güneyden birer dağ silsilesi ile çevrilidir. Dağlar bir yay çizerek şehrin doğusunda ve batısında birbirlerine çok yaklaşarak dar geçitler meydana getirirler. Bu dağların çevrelediği Erzincan Ovası, her çeşit sebze ve meyvenin yetiştiği bereketli toprakların bulunduğu tarım alanlarıdır.

         Vaktiyle bu bereketli topraklarda Munzur ve Keşiş adında iki oba reisi yaşarmış. Munzur’un obası Müslüman, Keşiş’ in obası Hristiyan olduğundan bu iki komşu hiç mi hiç geçinemezmiş. Bu kavgaların başlaması ve bitmesi günlerce sürer, daha biri bitmeden bir diğeri başlarmış.

        Öyle bir an gelmiş ki hem obaların halkı hem de oba reisleri barışmaya ve daha birbirlerine kötülük etmemeye karar vermişler. Fakat gelin görün ki bu barışları uzun sürmemiş, obaların halkları yine birbirleriyle savaşmaya başlamışlar. Bu çatışma daha şiddetli olmuş. İnsanlar ölmeğe başlamış. Hem oba reisleri ve hem de obaların halkı son bir defa yine bir araya gelip barışmaya karar vermişler.

         Bir araya gelen oba reislerinin kendi aralarında yaptıkları antlaşmaya göre, her iki oba halkı da ovadan ayrılacak ve dağlara çekilerek orada yaşayacaklar. Bunun üzerine Munzur, obasının halkını alarak Güneydeki dağlara, Keşiş de kendi obasının halkını alarak kuzeydeki dağlara çekilmiş. Bu insanlar yıllarca dağlarda yaşamışlar. Yaylalardaki toprakları ekip biçmiş, dağlardaki ormanları tahrip etmişler, söküp yakmışlar. Bunun sonucu zamanla bu dağların toprakları çorak hale gelmiş, ormanlar yok olmuş.

         İşte Erzincan’ın kuzeyinde ve güneyinde bulunan Keşiş ve Munzur dağları bundan dolayı çıplak ve Erzincan Ovası da yıllarca ekilmediği için bugün yemyeşildir.

         Efsanede Erzincan’ı güneyden ve kuzeyden çevreleyen dağların isminin nasıl ortaya çıktığını, dağların neden çıplak kaldığını anlatmaktadır. Olağan bir olay hikâye edilmiştir. Tabiata verilen zarar anlatılmıştır.  

 

AYGIR GÖLÜ

         Üzümlü ilçesi ile Çayırlı ilçesi arasında birkaç göl vardır. Bu göllerden birisi Aygır Gölü’dür. İnanışa göre burada her yaz sudan bir aygır çıkar, çıktıktan sonra tekrar suya girermiş. Hz. Ali’nin atı olduğu söylenen bu aygırın dışarda otlaklarda bulunan atlarla birleştikten sonra tekrar suya dönermiş. Bu at ile birleşen atların yavruları çok güçlü, çok sağlıklı ve çok süratli olurmuş. Bu yüzden Aygır Gölü ve civarında at otlatmanın atların güçlenmesine sebep olacağına inanılır.

          Bölgede yaşayan insanlar, bu göle bir kutsiyet, izafe ettiklerinden göle girip yıkanmanın insanı çarpacağına inanılır.

          Efsanede, suda yaşayan mitolojik hayvanlardan bahsedilmektedir. Bu atlar diğer atlara benzemez. Olağanüstü güce sahiptirler. Güçlü oluşları dolayısıyla yöre halkında Hz. Ali’nin atı olabileceği inancı vardır.   

   

EKŞİ SU YOLU ÜZERİNDEKİ TAŞLAR (TAŞ KESİLEN KERVAN)

         Erzincan’ın 10 km. doğusunda Ilıca denilen mevkide kervancının biri develeriyle birlikte konaklamış. Kendisi ve develeri susuzluktan ölmek üzereymiş Allah’a yalvarmış: “Allah’ım şurada bana su ver sana en baş devemi kurban keseceğim.” Demiş. Allah, devecinin bu yalvarmasına karşılık o anda orada bir gözeden su çıkartmış. Kervancı buna çok sevinmiş. Develerinin sulamış, yemlerini vermiş ve dinlenmek için bir kenara uzanmış. Üzerinde bir bit bulup öldürmüş. Allah’a hitaben: “İşte sana kurban, kurbandan maksat kan akıtmak değil mi? İşte bundan da kan çıktı.” demiş. Bu sözler Allah’ı gücendirmiş, deveciyi ve develeri orada taş kesmiş. Bu mevkide taşlar hâlâ durmaktadır.

          Kervancı susuzluk karşısında adak adar. Tehlike geçtikten sonra bu adağını yerine getirmeye kıyamaz. Kendisine yardım eden Allah’a hakaret ederek gücendirir. Üzerinde bulduğu “biti” kurban niyetine öldürünce kervancı ve kervanı taş kesilir.

           Efsane insanın yanlış davranışını göstermekte kutsal olana karşı saygısızlık edildiği için cezalandırıldıkları anlatılmaktadır.

 

SULTAN MELİK

         Zamanın birinde Kemah’a bir doktorla bir savcı gelmiş. Bu kişiler Sultan Melik’in çürümediğine inanmaz ve alay ederlermiş. Türbeye gidip görmek istemişler. Türbede sandukayı açtırırlar ki mübarek yatıyormuş. Bu mumyadır demişler. Sonra bir tanesi iğne çıkararak mübareğe batırmış. İğnenin yerinden kan çıkmış. Bunu gören doktor çıldırmış. Savcı ise paniğe kapılmış, kaçarken Fırat’a düşüp boğulmuş. Sultan Melik’e batırılan bu iğnenin yeri büyümüş, sonradan küçülerek kapanmış.

         Yöre halkının “Sultan Melek” olarak isimlendirdiği bu türbe, yazılı kaynaklarda “Sultan Melik”, “Melik Mengücek Gazi” türbesi ismiyle anılmaktadır. Kanımızca yöre halkı “Sultan Melik” ismini “Sultan Melek” olarak değiştirmiştir. Aslında Sultan Melik erkek olduğu halde ziyaretçilerden birçoğu O’nu “Sultan Melek” ismiyle sanki kadınmış gibi tasvir etmektedir.

          1071-1228 yılları arasında Kemah’a egemen olan, Selçuklulara bağlı Mengücek Beyliği, bu süre zarfında zamanımıza kadar gelen canlı kalıntılar bırakmışlardır. Bunlardan biri de Kemah’ın kuzeybatısında Karasu’ya egemen kayalıklarda bulunan Sultan Melik Türbesi’dir.  Sultan Melik Türbesi, tuğladan sekiz köşeli iki katlı bir yapıdır. Bu yapının alt katında Sultan Melik’in bir mumyası bulunur. Sultan Melik’in bulunduğu bu yapının yanında da dört köşeli, taştan yapılmış, çift kubbeli bir yapı daha vardır. Burası Behram Şah’a aittir.

          Yörede “Sultan Melek” olarak bilinen “Sultan Melik” ya da “Melik Mengücek Gazi” Alparslan’ın Malazgirt savaşında bulunan Artuk, Saltuk, Çarlı, Çavuşlar gibi beylerden biridir. Efsanede yer, mekân belli, yalnız, şahısların kim olduğu belli değil, ölen kişiden, mumyadan kan akması olağanüstü bir vakadır. Efsanede ziyaret yerlerine inanmayan, kutsal kişilerin, şehitlerin kerâmetine inanmayanlara ders vermek için söylenmiştir. Kutsal değerlere inanmayanların maruz kaldıkları olay anlatılmıştır.

 

TAŞ KESİLEN ÇOBAN

         Alaçayır köyü'nün doğusunda "Morkom" denilen bir mevkide, vaktin birinde bir çoban sürüsünü otlatmaktaymış. Ne var ki, çevrede su bulunmadığından çobanın sürüsü susuzluktan ölecek hale gelmiş. Çoban, sürüsünü sulamak için her çareye baş vurmuş, ama yine de su bulamamış. Son çare olarak ellerini kaldırıp, Allah'a yalvarmaya başlamış :

          - Allah'ım eğer şuracıkta bir su çıkarırsan en sevdiğim kara koyunu sana kurban keseceğim, demiş...

Çoban'ın duasını kabul eden Allah orada bol miktarda su çıkarmış. Çoban da sürüsünü doya doya sulamış. Sulamasına sulamış ama, verdiği sözde de durmamış. Kara koyunu kurban etmeğe kıyamayan çoban, kara koyunun üzerinden yakaladığı bir "kene" yi kara koyunun yerine kurban kesmeye kalkışmış. Çobanın yapmış olduğu bu hareket, Allah'a hoş gelmemiş, çobanı ve sürüsünü hemen orada taş kesivermiş.

Bugün hâlâ efsanenin geçtiği yerde koyun sürüsünü andıran taşlar, sıra sıra durmaktadır.

 

SU YOLU SEVDALILARI

         Alaçayır (Conur) ve Lâleli komşu iki köydür. Bu iki köyün arazilerinin sulanması için gereken su aynı mevkiden çıkmaktadır. Bu su arklarının uzunlukları tahminen birer buçuk kilometre vardır. Arkların nasıl açıldığını, Alaçayır köyünün yaşlıları şöyle anlatırlar :

         Lâleli köyüne giden su arkını bir kız, Alaçayır köyüne giden su arkını da bir delikanlı açmışlar. Kızın sadece bir kazması, delikanlının ise sadece bir küreği varmış. Kız kazmalama işini bitirince, kazmayı altıyüz metre ötedeki delikanlıya, delikanlı da küreği kıza atarmış. İki genç arasındaki yardımlaşma, zamanla sevdaya dönüşmüş. Birbirlerine biran önce kavuşmak için aşk ve şevk ile çalışırlarmış. Ferhat gibi dağları, kayaları yarmışlar, su arklarını hedefe ulaştırmışlar. Bir birlerinden yıllarca ayrışmış gibi hasretle kucaklaşan bu iki sevdalı, bilâhare evlenmişler.

         Bu iki genç hangi köye yerleşmiş bilinmemekte; bilinen bir şey varsa o da bu iki gencin köylülerce hayırla yad edilmesidir.

 

HIDIR ABDAL

         Zamanında İstanbul padişahının parmağında onulmaz bir yara çıkıyor ve o çağın tıbbi imkânları tedaviden aciz kalıyor. Bu yarayı iyileştirecek bir hekim bulmak için dört bir yana haberciler salınıyorsa da olumlu bir sonuç alınamıyor.

         Rivayete göre, padişahın iyileşmekten umudunu kestiği günlerden birinde saraya şu haber geliyor: ‘Mamuratül-Azizin (Elazığ) Arapkir kazasına bağlı Ocak Karyesi’nde ikamet eden Hıdır Abdal adında bir derviş vardır. Bulsa bulsa padişahın derdine bu derviş çare bulabilir…’Bu sevindirici haberi alan padişah, Ocak Köyü’nde yaşayan bu dervişin İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkarır ve bu iş için görevlendirdiği posta tatarına her konakladığı yerde yardım edilmesi için buyruk yazar. Bu emri alan tatar, denizyolu ile günlerce yol aldıktan sonra gemiden inip Giresun toprağına ayak bastığında hal ve hareketi ile dikkati çeken bir derviş görür ve onunla selamlaşıp, acele ile gitmek isteyince, derviş: ‘Acelen ne, niçin biraz nefeslenmiyorsun, böyle hızlı hızlı gidiyorsun?’ deyince posta tatarı: ‘Padişahımızın yarasına em (çare) bulacağını söyleyen Hıdır Abdal adında bir derviş varmış, onu bulmaya gidiyorum.’ deyince Hıdır Abdal: ‘O aradığın derviş benim ve ben de zaten İstanbul’a gidiyorum.’ demiş. Tatar: ‘Ey yüce derviş, gel İstanbul’a birlikte gidelim.’ demiş. Derviş: ‘Var sen gemiye bin git. Ben kendim varır, gelirim.’ demiş. Tatar, dervişten ayrılıp, gemiye gitmede olsun, Hıdır Abdal onun ardından seccadesini denize salıp: ‘Ya Allah’ deyip, kerametle çok kısa bir sürede İstanbul’a varmış. Padişahın sarayına gidip kendini tanıtmış ve padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın yarasına bakmış ve demiş ki: ‘Padişahım, seninle birlikte sabahleyin iki rekat hacet namazı kılacağız. Seccadelerimizin altında bir tür ot bitecek. Merheminizi bu ottan yapacağım. Yaranız Allah’ın izni ile iyi olacak. ’Sabah olunca her ikisi birlikte seccadelerini yere serip namaza durmuşlar. Namaz bitince Hıdır Abdal padişaha: ‘Seccadenizi kaldırın padişahım.’ demiş. Padişah seccadesini kaldırınca altında ot bitmediğini görmüş. Hıdır Abdal kendi seccadesini kaldırınca altında ot yeşerdiğini görmüş. (Düğmecik otu derler ki, bu ot Ocak Köyü’nde mevcuttur.) Bu ottan Hıdır Abdal merhem yaparak padişahın yarasına sürmüş, yara kısa zamanda iyileşmiş. Hıdır Abdal Sultan’ın maddi ve manevi hekimliği sayesinde şifa bulan padişah çok mutlu olmuş ve onun bu iyiliğini karşılamak için: ‘Ey kutlu derviş, sana minnettarım. Dile benden ne dilersen.’ demiş. Hıdır Abdal: ‘Padişahım, benim dünya malında gözüm yok. Tek dileğim sizin sağlığınıza kavuşmanızdır.’ demiş. Bir süre sohbetten sonra saraydan dışarı dolaşmaya çıkmışlar. O sırada Hıdır Abdal’ın gözü saray kapısı önündeki binek taşına (mermer taş) ilişmiş ve padişaha: Padişahım ben sizden bu taşı isterim, para pul istemem.’ deyince padişah: ‘Ey derviş baba, Sen bu taşı ne yapacaksın? Hiçbir işe yaramaz. Dilersen ben sana mal, mülk vereyim.’ demiş. Hıdır Abdal taşta ısrar edince: ‘Buyur al senin olsun bu taş.’ demiş. Hıdır Abdal Sultan taşı keramet eliyle kaldırıp, ‘Bismillah’ deyip, uzaklara atmış ve peşinden: ‘Eyvah! Aşut’a (Kemaliye) düştü.’ demiş. Bu sözüyle attığı taşın Ocak Köyü’ne değil de Aşut’a düştüğünü söylemiş. Hıdır Abdal Sultan padişah ile vedalaşıp, kendisine ve evlatları adına yazılan fermanı alıp (ki bu fermanda Hıdır Abdal ve evlatları askerden, vergiden, öşürden muaf tutuluyor) Ocak Köyü’ne geliyor, irşad ve öğretisine devam ediyor. Vefatından sonra da Türk’ün ölümsüz nice anıtlarından ve en çok ziyaret edilen erenlerinden biri oluyor.

 

CİNLER

         Köyün birinde çok sayılı bir hoca varmış. Hocanın bir gün işi çıkmış. Kendi köyünden başka bir köye gitmek için yola koyulmuş. Hoca bir süre gittikten sonra tepenin arka tarafından değişik sesler geldiğini duymuş. Merak edip atını o tarafa doğru sürmüş. Atından inmiş ses gelen yere doğru yavaşça yaklaşmış. Hoca gördükleri karşısında şaşırmış; değişik kılıklardaki yaratıklar kendi aralarında düğün yaptıklarını görmüş. Hoca dua okuyarak onların içerisine doğru yaklaşmış. Bir cinin üzerinde kendi kızının elbisesini görünce çok şaşırmış. Hemen cebinden bıçağını çıkarmış ve elbisenin eteğinden bir miktar kesmiş cebine koymuş. Dua okuyarak cinlerin yanından ayrılmış. Bir ara hocanın ayağı kaymış düşmüş. Bu sese cinler hemen hocanın etrafına toplanmışlar. Halka olarak oynamaya başlamışlar. Hoca çok korkmuş. Dua okumuş ve cinler ortadan kaybolmuş. Hoca korku içinde atına binerek evine gelmiş. Hoca biraz sakinleştikten sonra kızını çağırmış. Elbisesini getirmesini söylemiş. Kız elbiseyi getirmiş. Elbisenin bir kenarının yırtık olduğunu görünce hep birlikte şaşırmışlar.

         Hoca kızına: “Kızım elbiseni ne zaman dolaba bırakırsan besmele çekerek bırak.  demiş. Hoca korkudan bir ay konuşamamış ve iki ay sonra ölmüş.

 

GELİNLER

         Erzincan’ ın  Çatalarmut nahiyesinde kırmızı toprağa sahip bir bölgedeki dikitler için söylenen bir efsanedir.

         Bir düğün alayı bir köyden diğer köye gelin götürürken, düğün alayının önünü aksakallı bir ihtiyar kesmiş. Düğün sahibinden bahşiş istemiş. Düğün sahibi vermemiş. Diğerlerinden istemiş, onlar da vermemiş.” Bari karnımı doyuracak kadar verin ekmek verin “ demiş, gene vermemişler. O da, hepiniz taş kesilesiniz, demiş anda düğün alayının hepsi taş kesilmiş. Meğer karşılarına çıkan Hızır imiş. Efsanede Hızır, aksakallı bir dilenci kılığında ortaya çıkmıştır. Fakirlere, yoksullara, yaşlılara yardım etmeyi telkin eden bir efsanedir.

 

 KADI GÖLÜ

          Kadı Gölü Erzincan’ın Kemaliye ilçesindedir. İlçenin içme ve bahçelerini sulama suyu buradan karşılanır. Gölden ziyade büyük yalçın kayaların altından çıkan bir gözedir.

          Eski zamanlarda Kemaliye ‘ de bir kadı varmış. Şimdiki adı Kadı Gölü olan bu su çok az akıyormuş. Kadı atı ile giderken bu sudan geçmek zorunda kalmış. Sudan geçerken atıyla bu az akan suda kaybolmuş ve bir daha görünmemiş. Bundan sonra buraya Kadı Gölü denmiş.

          Kemaliye’nin içme suyunu karşılayan ilçeye hayat veren suya ünvanlını veren kadının efsanesi anlatılıyor. Efsanelerde kadının atı ile birlikte suyun içerisinde olağanüstü şekilde kaybolması hikâye ediliyor.

 

MERCAN SUYU

         Vaktiyle bu karı-koca Hacca gitmek üzere evden ayrılırlar. Gide gide Erzincan-Tunceli arasındaki dağlara gelir dayanırlar.  Konakladıkları köy gayet güzel bir köymüş. Ancak, içme sularını bir hayli uzaktaki dağın kaynağından getirirlermiş. Hacı adayı karı-koca düşünüp danışmışlar; ‘’Eğer biz Hicaz’a gidersek sevabı ikimize olur. Oysa, dağdaki suyu bu köye indirirsek tüm köylünün hayır duasını alırız.’’ düşüncesiyle Hacca gitmekten vazgeçerler. Ustalar, işçiler tutulur; dağ, taş ayrılır; suyolu köyün yakınına kadar getirilir. Fakat paralarda suyunu alır. Karı-koca bir hal çaresi düşünürken, kadın sevinçle kocasına ‘’Benim boynumda mercanlarım var. Bunları satarsak suyun köyün içerisine akıtabiliriz.’’ der. Kocası bu fikri memnunlukla kabul eder ve su nihayet köyün içerisine kadar getirilir. Bu sayede Kismikör ( Gün bağı) köyü bol suya kavuşur. Ve şimdiki yeşil haline dönüşür. O zamandan beri bu su MERCAN SUYU adını alır.

 

AYGIR GÖLÜ

         Üzümlü ilçesi ile Çayırlı ilçesi arasında birkaç göl vardır. Bu göllerden birisi Aygır Gölü’ dür. İnanışa göre burada her yaz sudan bir aygır çıkar, çıktıktan sonra tekrar suya girermiş. Hz. Ali’ nin atı olduğu söylenen bu aygırın dışarda otlaklarda bulunan atlarla birleştikten sonra suya dönermiş. Bu at ile birleşen atların yavruları çok güçlü, çok sağlıklı ve çok süratli olurmuş. Bu yüzden Aygır Gölü ve çevresinde at otlatmanın atların güçlenmesine sebep olacağına inanılır.

         Bölgede yaşayan insanlar bu göle bir kudsiyet izafe ettiklerinden, göle girip yıkanmanın insanı çarpacağına inanırlar. Efsanede, suda yaşayan mitolojik hayvanlardan  bahsedilmektedir. Bu atlar diğer atlara benzemez. Olağanüstü güce sahiptirler. Güçlü oluşları dolasıyla yöre halkında Hz. Ali’nin atı olabileceği inancı vardır.

 

ZİNCİRLİ KAYA

         Sultan Murat Bağdat seferine giderken (O devirde her ağa sefere iştirak edermiş.)Kemaliye’nin Bahçe mahallesinde ikamet eden Zülfikar Ağa ve 600 süvarisi ile Fethiye (Hasan Darlık)’la beraber buluşmuş. Orduya ait kolağası gelerek, Sultan Murad’ a ordunun ne ile besleneceğini sormuş. Padişah cevap vermeden, Zülfikar Ağa söze karışarak kendi getirdiği hayvanlardan altı öküzün kesilmesini kolağasına söyleyince padişah sinirlenmiş: “  Ağam ben varken size düşmediğini gerek ki bileydin.” demiş. Zülfikar Ağa da: “Sultanım biz kendi emeğimizden getirdiğimiz iaşeyi sarf edilmesini diledik. Bir yerden kele pür edilmemiştir.’’  demiş. Bağdat Seferi yapılmış, dönüşlerinde yine Hasanbadireği yani evvelce sefere katıldıkları yere gelmişler. Zülfikar Ağa padişaha veda ederek ayrılmak istemiş. Zülfikar Ağa’nın fedakârlığına memnun olan padişah: ‘’Ne dılağın var ise iste benden.’’ demiş.  Zülfikar Ağa: “Önce sağlığınızı, sonra da bu belde de bir subaşı var. Oraya yani ikincisinde  (Eğin) de. Bir şehir kurmak istiyorum. Buranın irade-i seniyyesini ve kuruluş mazbatasının verilmesini istiyorum.’’ demiş. Padişah hemen kabul ederek şehrin kurulmasındaki muvaffakiyetini bildiren fermanı vermiş.

         Bahçe mahallesine dönen Zülfikar Ağa Kadıgölü mezrası civarına evler yaptırarak şehri kurmaya başlamış. Fakat dağın tam ortasından, Evlerin üst kısmında altı boş olan  her an evlerin üzerine düşmesi mümkün olan şimdiki Zincirli Kaya onu korkutuyormuş. Durum padişaha bildirilmiş. Padişah iki mimarını göndererek tehlikenin izale edilmesini emretmiş. Gelen mimarlar, bu kayanın altına kuru bir duvar ördürülerek tehlikeyi gidermişler. M imarlara kayanın tehlikesinin ne suretle önlendiği sorulduğunda ‘’Biz onu öyle tahtı-ı temine aldık ki; zincirle bağladık.’’ Demişler. O andan itibaren bu kayanın adı ‘’Zincirli Kaya ‘’ olarak söylenir

         Hatt-ı zatında  zincir falan yoktur. Yalnız ön tarafında duvar çekilidir. Mimarlar onu kinaye olarak söylemişler ki : ‘’Biz onu zincirle bağladık.’’ demek istemişler. Efsanede  olağanüstü  hiçbir şey yoktur. Hadise tamamen gerçek bir hikayedir. Mimarların kinayeli olarak ’’ Zincirle bağladık’’ sözleri daha sonra yöre halkı tarafından zincirle bağlandı inancı hakim olmuştur.

 

KIRKLAR TEPESİ

         Kırklar Tepesi’nde kırk şehit yattığını hemen hemen herkes bilmektedir. Ancak buraya ne zaman gelip, ne şehit oldukları bilinmemekle birlikte halk tarafından mübarek sayılarak ziyaret edilir.

         Rivayete göre burada kırk şehit yatarmış. Her şehidin bir gözesi varmış. Yani kırk şehide kırk göze hak tarafından verilmiş. Her şehit kendi gözesinde abdest alıp Huda’ya niyazda bulunurmuş.

         Erzincan ovasının bir kısmı göl imiş. Adı geçen gözeler Kırklar Tepesi’nin ön kısmında olup ayaklara göle bakarmış. Daha sonraları depremler ve jeolojik sebeplerden dolayı Kemah Boğazı’nda açılma olmuş ve gölün suları çekilmiş.

         Bundan sonra Han Deresi’nden gelen seller ile gözeler kum, çakıl altında kalarak kaybolmuş. Kırkların kırk gözesine Günebakan Gözeleri de denir. Kaybolan bu gözelerin ayakları Erzincan’ın güneyindeki çayırlar da çıkmış.  Bu gözenin adına Cenabet Gözesi denmektedir. Asıl Günebakan Gözesidir.

         Kırklar hakkında Hafız Ömer tarafından yazılan bir şiirde: Kendisinin Kırklara hizmet ettiğini, onların nasıl ibadet ettiklerini gördüğünü yazmaktadır.  Kur’an okuduktan sonra acıktıklarını ve bir sofra istediklerini ondan sonra gaipten sonra bir sofra geldiğini üzerindeki yemeklerin dünya nimetlerine pek benzemediğini belirtmiştir. Ayrıca Kırkların on üçer kişilik üç sofrada olup yemeğe oturduklarını yemeklerin yeşil çini tabaklarda geldiğini de söylemektedir. Yemeklerin dokuz kap olduğunu işaret eden şiir türbelerin yapılmasına müsaade etmediklerini türbesiz şehit olduklarını belirtmektedir. Yavuz Sultan Selim Kırklar’a türbe yaptırmış. Ertesi gün türbenin çatısını bir tarafa taşların bir tarafa savrulduğu söylenmektedir.

         Erzincan’da son yatan başka bir şehit Sultan Seydi’nin de Kırklar ile beraber olduğu, onların toplantılarında olduğu söylenmektedir.

                                                   


REFERENCES/KAYNAKÇA

KARA R.(1991). Erzincan Efsaneleri Üzerine Bir Araştırma, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek lisans Tezi, Erzurum

KARA R.(1993). Erzincan Efsaneleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara

KARA R.(2016). Erzincan Adı Üzerine, Uluslararası Erzincan Sempozyumu, 28 Eylül - 1 Ekim 2016, Erzincan

KARACA M.(2014).Türk Efsaneleriyle İlgili Kitapların Açıklamalı Bibliyografisi (1928-2011) İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi İstanbul

KARABEKİR K.(2001). Erzincan ve Erzurum’un Kurtuluşu, 2. Baskı, Ankara, s. 113-114

KONUKÇU E.(2001).Büyük Güçler ve Ermeni Kıskacındaki Erzincan’ın Al Bayrağımıza Kavuşması, Ankara, s. 1-2

ÖZÖN Mustafa N. (1954). Edebiyat ve Tenkit Sözlüğü, İstanbul, İnkılap Kitabevi

SEYİDOĞLU B.(2005). Erzurum Efsaneleri, s. 13, İstanbul

ŞAHİN Tahir E.(2014). Hayaşa Bölgesi Tarihi, C. II, Ankara  s.166.

. http://www.atauni.edu.tr/erzincan-efsaneleri-uzerine-bir-arastirma

 

TOP