ERZİNCAN’DA DİNİ GELENEKLER

Religious Traditions in Erzincan

Prof. Dr. Nizamettin PARLAK

Dr. Öğr. Üyesi Suat ÇELİKKOL

GİRİŞ

Milletler, toplumlar bir takım değerleriyle yaşamlarını sürdürürler. Bu değerler de genel olarak millî ve dinî olmak üzere iki temel unsurdan oluşur. Tarih sahnesinde varlık mücadelesi veren her millet, kendi benliğini oluşturan bu değerleri ve bunların kökenlerini bilmek durumundadır. Ancak o zaman hayatta kalmaları ve konuyla ilgili olarak sonraki nesillere aktarımlarda bulunmaları mümkün olabilir.

Aslında ortak değerlere sahip olan milletler, ayrı iklimlerde, farklı bölgelerde ya da değişik şehirlerde yaşasalar bile ortak davranışlar sergilerler. Dolayısıyla Erzincan’daki dinî gelenekler de pek çok yönüyle diğer illerimizdekilerle büyük oranda benzerlik gösterir. Çünkü Anadolu’daki bu uygulamalar, köken itibariyle aynı dinî kaynaklardan, ortak millî unsurlardan,  Orta-Asya’daki uygulamalardan beslenmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz. Özbay, 2007). Orta-Asya’nın etkisi Erzincan’da Moğol istilasından hemen sonra Anadolu’ya gelen Türkistan göçmenleri ile başlamıştır (Birol, 2019:1266-1303). Ancak buna rağmen Anadolu’nun değişik bölgelerinde aynı durumlarda birbirinden farklı davranış biçimleri de sergilenmiş ve de sergilenmeye devam etmektedir. Bu yüzden aşağıda konuyu ele alırken dinî geleneklerin özellikle Erzincan’da diğer bölgelerimizden farklı olarak ortaya çıkan yönlerini tespit etme gayreti içerisinde olacağız.

  1. 1229’da vefat etmiş olan Hamevî tarafından o dönemin şartlarına göre tenkit edilen Erzincan halkının (Hamevî, 1977, I/150) dinî hassasiyeti eski zamanlardan beri çok derindi. Özellikle Evliya Çelebi bu konuda net bilgiler verir ve Erzincan halkının zeki, olgun, soylu, anlayışlı, dindar ve iyi huylu olduklarını, şöhret düşkünü olmayıp dinî kurallara uygun hareket ettiklerini kaydeder. (Evliya Çelebi, 1240, 1241; Çerçi, 2017: 80-81)

Ali Kemali de 1930’ların Erzincanlılarıyla ilgili şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Yakut Hamevî’nin tenkitlerine uğramış olan Erzincan ahalisi, herhâlde dinine bağlı ve takva sahibi olmalıydı. Zira (şehirde) ne tarafa bakılsa mescit görülür. Evliya Çelebi bunların miktarını yetmiş rakamıyla kaydeder ve birçok tekkeden bahseder… (1930’lardaki) mescit sayısı daha da fazladır ama tekkelerden eser kalmamıştır. Bununla beraber ahali şimdi de çoğunluk itibariyle takva sahibidir ve beş vakit namazındadır… Erzincan hem ilim ve irfan yuvasıydı hem de sanatta oldukça ileriydi.” (Ali Kemali, 2013: 350, 513)

Erzincan’da, geliri Medine’ye vakfedilmiş bazı akarın bulunması da oldukça dikkat çekicidir. Zira Osmanlı döneminde bir yerin Medine’ye vakıf olabilmesi için o şehrin şer’iyye sicillerine bakılırdı ve eğer orada yüz kızartıcı, suçlar ve benzeri işler varsa o bölge vakıf olamazdı. Erzincan’ın, tabiri caizse sicili temiz olduğu için bazı akarı, Medine’ye vakıf olabilmiştir. (Şahin, 2020)

Fakat daha sonraki dönemlerde şehirdeki sosyal hayatta bir takım sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Mesela Ali Kemali, Erzincan’da XX. yüzyılın ilk çeyreğinde meyhanecilik yapan Ermeni ve Rumların bu işten büyük servetler kazanmış olmalarını göz önünde bulundurarak “Erzincan halkı dindar olmakla beraber dinin yasakladığı şeylere düşkündü.” kaydını düşmüş ve 1930’larda Erzincan’da alkol tüketiminin fazla olduğu çıkarımında bulunmuştur. Zira onun tespitlerine göre mezkûr tarihlerde Erzincan’da her sene alkollü içeceklere harcanan para 70.000 lira olup bu meblağ ile iki büyük okul yapılması mümkündür. (Ali Kemali, 2013: 350, 513) Fakat o tarihlerde Erzincan’da gayr-i Müslimlerin de yaşadığını ve alkol tüketiminin fazla oluşunda onların rolünün de olabileceğini unutmamak gerekir.

Buna benzer birkaç meselede daha Erzincan halkının tenkit edildiği bilinmektedir. Döneme ve şartlara göre değişkenlik arz etmesine rağmen 1930’ların Erzincan’ı, temizlik bakımından da eleştirilmiştir. Nitekim o dönemde şehir merkezinin pek temiz olmadığı kaydedilir. “…Temizlikten eser yoktu. Çeşme ayaklarının adım başında oluşturdukları pis su birikintileri, yer yer görülen çukurlardaki süprüntüler, sokaklara atılan pislikler, evlerin avlularında –ilkbahar gelince tarlalara dökülmek üzere- biriktirilen hayvan gübreleri” bu pisliğin başlıca sebepleri olarak kaydedilmiştir.

Eleştirilere somut bir örnek olarak yine 1930’larda Erzincan’da süte su katma uygulamasından bahsedilebilir. Zira o dönemlerde bu uygulamanın Erzincan’da yaygın olduğu ifade edilmiş ancak bunu doğrulayan her hangi bir bulguya ve belgeye rastlanmamıştır. Eğer böyle bir uygulama söz konusu olmuşsa bu durum, dinî hükümler gereğince doğru bir davranış biçimi olamaz, bunun geleneğe dönüşmüş olması da Müslüman bir toplulukta kabul edilemez. Aslında süte su katma meselesi çok para kazanma amacına matuf olmayıp muhtemelen bazı meselelerin yanlış anlaşılmasından, bir takım hurafelerin dinle bağlantılı sanılmasından kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden süte su katılması bir dönem uygulanmış olabilir zira eğer su katılmazsa sütün kalitesinden dolayı hayvanlara göz/nazar değeceğine inanıldığına dair bir rivayet mevcuttur. (Ali Kemali, 350, 353, 507 ) Ancak Ali Kemali’nin naklettiği bu malumatla taban taban zıt başka bir uygulama da şu şekilde aktarılmıştır: “Erzincan’da Mercan ve Çimen yaylalarının yağı çok meşhurdu. Çünkü buralarda süte su katılmazdı. Süte su katılırsa ineklerin ya da koyunların sütünün çekileceğine ve hayvanların telef olacağına inanılırdı.” (K, 3; K,1)

Türkiye genelinde olduğu gibi Erzincan’da da halkın dinî geleneklerinin oluşumunda yaygın eğitim, örgün eğitim ve tasavvuf hareketleri etkili olmuştur. (Baltacı, 2016: 1-17; Baltacı, 2016 Erzincan Sempozyumu: 867-877; Baltacı, 2017: 19-23; Aslan, 2018) Bu bağlamda öncelikle eğitim öğretim meselesinin ele alınması gerekmektedir.

 

  1. DİNÎ BİLGİLERİN ÖĞRETİLMESİ, TALİM-TERBİYE VE TEDRİSÂT

Malazgirt Zaferi’ni takip eden yıllarda Erzincan’ın Mengücek Ahmet Gazi tarafından fethinden bir süre sonra bu şehirde 29 medrese olduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla Erzincan’da ilk medrese, Mengücekliler tarafından kurulmuştur. Onlardan sonra Erzincan’da Türkiye Selçukluları, İlhanlılar, Eretnalılar, Mutahharten Beyliği, Akkoyunlular ve Karakoyunlular döneminde eğitim kurumları inşa edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu ilk yıllarda Erzincan’da on bir medrese mevcuttu ama daha sonra 1530’da 5 medrese, 1 sıbyan mektebi olduğu görülmektedir. (İçli, 2019: 1479-1494) 1870’lerden itibaren Erzincan’da sıbyan mekteplerinin olduğu ve buralarda çocuklara dinî eğitim verildiği kayıtları mevcuttur. Şehirde Osmanlının daha sonraki dönemlerinde faaliyet gösteren 101 sıbyan mektebinin ve 19 medresenin kaydı mevcuttur.

  • Çocukların Okul Öncesi Din Eğitimi ve Sıbyan Mektepleri

Okul öncesi dönemde çocuklar, dinî temel bilgilerini ailede almaya başlar, daha sonra Sıbyan mekteplerinde bu eğitimlerini ikmal ederlerdi. Ailede sözlü olarak verilen bu eğitimle çocuklara dinin esasları, imanın şartları belletilir, Kur’an alfabesi öğretilirdi. Öğrenci “amme” ye çıkınca Kur’an’a geçmiş olurdu. O zaman çocuğun annesi tarafından dökülen lokma, mektepteki diğer çocuklara ikram edilirdi. (K, 1) Kur’an’ı hatmedince çocuğun boynuna puşu takılıp gezdirilir, kendi evinin önüne gelince de ailenin büyükleri kendisine bir koyun ya da keçi hediye ederlerdi. Ayrıca içinde havlu, peşkir ya da çorap bulunan bir bohça hazırlanır o da hocaya gönderilirdi. (Parlak, 2010: 204)

  • Medrese Eğitimi

Evliya Çelebi 1640’larda Erzincan’da kırk sekiz yerde ebced /elifba sıparası (K.1)[1] okutulduğunu ancak şehirde o tarihlerde hafızların kıraat ettikleri dershanelerin ve hadis okutulan mekteplerin olmadığını aktarmaktadır. Buna rağmen o, Erzincan’ın bilginlerinin, salihlerinin ve talebelerinin çok olduğunu belirtmekte, her camide ve her mescitte ücretsiz olarak ders verenlerin olduğunu kaydetmektedir. (Çelebi, 1/1239; Çerçi, 79) 1850’lerde Erzincan’da Cami-i Kebir civarında medreseler vardı. Buralarda ders okutulurdu. (Aşçı Dede, 2006: 1/340, 497) Bazı dönemlerde Ramazan aylarında Cami-i Kebir’de ikindi namazından sonra tefsir okunurdu. Bu esnada şöyle bir yol takip edilirdi: Önce Fatiha okunur, sonra takrire başlanırdı. Tefsir dersi bittikten sonra da aşır okunur, ardından cemaat dağılırdı. (Bkz. Aşçı Dede, 1/361; 3/1380, 1419) Şehirde ilme önem verilir, ulemaya saygı duyulurdu. Ulemaya ve talebeye zekât dağıtılması (Aşçı Dede, 1/362) bu anlamda dikkat çekmektedir. 1931 yılında Erzincan’da ve merkez köylerde otuz bir tane resmî mektep mevcuttu. (Ali Kemali, 451, 452)

Halk arasında da Mızraklı İlmihâl, Karadavud, Enîsü’l-Âbidîn, Ahmediye (Siret), (Karabey, 2016) Muhammediye, Battalgazi ve Necâtü’l-Mü’minin, adlı kitaplar okunurdu (K1; K2). Aşçı Dede’nin ifadesiyle “Erzincan’da bütün evlerde Yazıcıoğlu’nun Muhammediye adlı kitabı kıraat olunurdu. Muhammediye, güzel sesli naathan tarafından makamla ve etkileyici bir tarzda okunurdu. (Aşçı Dede, 1/353; 3/1475, 1477) Bunun yanında başta mübarek geceler olmak üzere evlerde ve çeşitli mekânlarda Mevlid, Mirâciyye, Delâil-i Şerîf ve Mesnevî-i Şerîf gibi dinî-tasavvufî metinlerin okunduğu da bilinmektedir. (Baltacı, 2015: 47-64) Köylerde ise evlerde değil de genellikle köy odalarında/konaklarda yukarıda zikredilen kitaplar özellikle kış gecelerinde okunurdu.

Kız ve erkek çocuklar, dinî temel bilgileri ailelerinden alabiliyorlardı. Ama kadınlarda okur-yazar olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı. Aslında kadınlar arasında yazmayı bilenler çok azdı ama okumayı bilenler daha fazlaydı. Okumaya devam etme imkânı bulan kızlar, belli bir yaşa kadar erkek çocuklarla bir arada okurlar sonra sadece kadın hocalardan ders alırlardı. (Ali Kemali, 356) İnanç ve amelle ilgili din dersleri kızlara ve kadınlara da öğretilmesine rağmen onlar medrese/okul eğitiminden mahrum kalırlardı. Bilhassa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde köylerde kız çocuklarının okula gönderilmesinde ciddi bir direniş sergilenmiştir. Bunda da Latin alfabesine duyulan soğukluk, kız-erkek bir arada yapılan karma eğitime olan tepki önemli rol oynamıştır. Bu direniş zamanla ortadan kalkmıştır.

Erzincan halkının dinî ve sosyal hayatında en etkili unsurlardan biri de tasavvuf hareketleridir. Özellikle Mevlevî, Halvetî, Nakşî kısmen de Kalenderî, Haydarî, Kadirî ve Alevî ocakları gibi tarîk mensupları, şehirdeki dinî geleneklerin şekillenmesinde rol oynamıştır. Bu insanlar ihtiyaç hâlinde millî mücadeleye de destek vermişlerdir. Nitekim Erzincan’da döneminin manevî mimarlarından olan Seyyid Mustafa Fehmi Efendi, irşad faaliyetlerinin yanında vatan savunması için de mücadeleye atılmaktan çekinmeyen bir kahraman olarak dikkat çekmiş nadir şahsiyetlerden biridir. Zira o, 1853-1856 senelerinde vuku bulan ve “Kırım Savaşı” olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşında düşman, Kars’ı muhasara ettiği zaman cihat farizasını yerine getirmek için etrafına topladığı mücahitlerle beraber bu savaşa katılmıştır. (Birol, 1266-1303)

 

  1. KANDİL GECELERİ

Osmanlı döneminde camilerde mevlid okunmazdı. Mevlid-Musiki, tekkede icra edilirdi. Kandil gecelerinde helva kavrulur,  komşulara gönderilir, şerbet dağıtılırdı. Özellikle tel helvası yapılıp sinilerde ikram edilmesi Erzincan’da cârî olan adetlerdendi. Nitekim 1858 yılının mevlid kandili kutlamaları sırasında akşam yemeğinden sonra otuz sini tel helvası çekilip davetlilere ikram edilmiştir. Aynı zamanda kış gecelerinde helva eşliğinde güzel muhabbetler edilirdi. (Aşçı Dede, 1/392-393, 435)

Kandil gecelerinde sakal-ı şerif ziyaretleri de itina ile yapılırdı. (Baltacı, 47-64) Eski Erzincan’da bazı camilerde sakal-ı şerif bulunuyordu. Şehrin güneyinde ahşap bir minaresi bulunan ve ahşaptan yapılmış olan camiye de Cami-i Kebir denirdi. Bu sakal-ı şerifler, Kadir geceleri ve arife günleri salavatlar eşliğinde özenle açılır, ziyaretten sonra itina ile çıkınlara sarılarak kaldırılırdı. Bu esnada Kaside-i Bürde’den Arapça ve Türkçe bazı bölümler okunurdu. Özellikle Hafız Abdülkadir Aksular (ö. 1985) Hoca’nın törenler esnasında bu kasideyi hem de çok iyi okuduğu anlatılmaktadır. Onun ardından da hocanın talebesi olup aynı camide görev yapmış olan Rahmi Tanoğlu hoca, sakal-ı şerif ziyaretleri sırasında kasideden bazı beyitler okumaya devam etmiştir. (K3; K2)

  • Mevlid Kandili

Aşçı Dede 14 Temmuz 1867 (12 Rebiülevvel 1284)’de Erzincan’da dergâhta kutlanan Mevlid-i Nebi kandilini detaylı bir şekilde anlatır. Şöyle ki; “Cami-i Şerif’e kilim seccadeler serildi. Kandilden bir gün önce kışlalarda askerî hizmetlerle görevli olan askerlerin dışında bütün mülkî ve askerî memur ve Müslüman halk davet edildi, şerbet içildi. Cami-i Şerif’te lihye-i saadet/sakal-ı şerif, makamından indirilerek sehpası üzerinde mihraba konuldu. Kandiller ve mumlar yakıldı. Sofralar kuruldu. Her sofranın başında bir çift sucu, ellerinde ibrikler ve leğenlerle birlikte hazır bekliyordu. Bu sırada kahveci de güğüm ile kahve pişiriyordu. Yemekten sonra mevlid kıraat edildi. Yemeğin ardından kahveler içildi ve cemaat, Cami-i Şerif’e indi, Mevlid-i Nebî kıraat olundu. Orada da şerbetler içildi. Namaz vakti gelince ezan okundu ve cemaatle namaz kılındı. Ardından lihye-i saadet açılarak ziyaret edildi.” (Aşçı Dede, 1/487, 490-493) Bu tarihten önce de Mevlid Kandilinde Terzibaba için Mevlid okutulmuştur. Kışa denk gelen 12 Rebiyülevvel de (20 Ekim 1858)’de her tarafı kandillerle süslenen selamlıkta mevlid okutuldu, halka yemek ikram edildi. Akşam yemeğinden sonra belde de âdet üzere otuz adet sini tel helvası yapıldı.  (Aşçı Dede, 1/392-3)

Aşçı Dede’nin kaydettiğine göre bu lihye-i saadet, muhtemelen ilk defa Mustafa Fehmi Efendi tarafından 1876 yılının Mayıs ayında İstanbul’dan Erzincan’a getirilmiştir. Bu sakal-ı Şerif için Cami-i Şerif’in ortasında, tavanda bir ufak kubbe gibi etrafı camlı bir yer yapılıp demirden bir sanduka içine konularak, hususî olarak imal edilen uzun bir merdiven ile kubbedeki özel yerine yerleştirildi. Ziyaret edilmek istendiğinde bu merdiven kullanılarak indirilirdi. Sakal-ı Şerif’i indirecek kişi (ilk zamanlar bu görevi Aşçı Dede ifa ediyordu) iki anahtarla demir sandığı açar içindeki çekmeceyi başının üstünde aşağıya indirir, mihrabdaki yerine yerleştirirdi.  Ziyaret tamamlandıktan sonra da tekrar yerine tevdi ederdi. Eski Erzincan’da biri Aşağı Büyük Cami’de diğeri de Cami-i Kebir’de olmak üzere Erzincan’da sadece iki yerde sakal-ı şerif vardı. Günümüzde ise bu sakal-ı şerifler biri yine Cami-i Kebir’de diğeri de Ulu Cami de olmak üzere muhafaza edilmekte ve kandillerde ziyarete açılmaktadır. (K. 3)

  • Mirac Gecesi

Bilindiği gibi Osmanlı zamanında Mirac Gecesi, İstanbul’da mevlid okunur gibi miraciye kıraat edilirdi. Muhtemelen diğer illerde olduğu gibi Erzincan’da da böyle bir uygulama yoktu. Ancak 1860’larda Erzincan’da ilk defa Mirac Gecesi’nde miraciye okunmuştur. Bu uygulamayı yapan Aşçı Dede, konuyu ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatmaktadır: “Bir gece öncesinden çokça süt tedarik ettim. O gece ne kadar askerî-mülkî memur varsa hepsini davet ettim. Ancak yemek âdeti olmadığından insanlar, yemeklerini yedikten sonra, yatsıdan önce dergâha geldi. Gündüz pek çok insan oruç tutmuştu. Akşam Cami-i şerif, kandil ve şamdanlarla süslenerek hepsi yakıldı, hilye-i şerif özel mekânından indirilerek mihraptaki sehpasının üzerine konuldu. Caminin kapısı örtülüp kapının iki tarafında bulunan asma fenerler aydınlatıldı. Caminin önündeki meydana hasırlar serilip birkaç yere sofra kuruldu ve ezanın okunması beklendi, oruç olanlar iftarlarını açtı.”

“Yemekten sonra davet edilen, edilmeyen herkes geldi. Yatsı ezanı okundu, cami o kadar insanı almadığından, meydana hasırlar serildi ve namaz kılındıktan sonra miraciye kıraat olundu. Mirac’da Peygamberimize süt arz edildiği için burada da önceden hazırlık yapmış olan hizmetçiler, sekiz-on tepsiyle getirdikleri sütü halka sundular. Tepsilerde kupalar içinde şeker ile karıştırılmış halis süt vardı. Tepsiler bu şekilde dolup boşalarak ikram sürdürüldü. Bu kadar insana süt yetiştirmek oldukça müşkül olmasına rağmen önümde önlük, elimde kepçe olduğu hâlde hizmete devam ettim.”

Bu tür cemiyetlerde ve mübarek gecelerde yukarıdaki hizmetleri yapan aşçının görevlerinden biri de yeme içme sırasında şöyle gülbang çekmektir: “Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, Cenâb-ı Hak ism-i zâtının nuruyla kulûblarımızı münevver eyleye, erenlerin hân-ı nimeti müzdâd, sâhibü’l-hayrâtın ruh-ı revânı şâd u handân ola…”

Yukarıda bahsi geçen gecede miraciyeyi okuyan Aşçı Dede, mübarek gecelerde Erzincan’da akşam namazından sonra bu minval üzere gülbang çektiğini hatta bunun bayramlarda da tekrarlandığını ifade etmektedir. Aslında Mevlevîler bu gülbangı her yemeğin ardından ve her akşam dergâhın kandilleri yandığında çekerlermiş fakat Aşçı Dede Erzincan’da bu uygulamayı yalnız mübarek gecelere ve bayramlara tahsis etmiştir. (Aşçı Dede, 1/498-499)

Günümüzde ise kandiller elan olduğu gibi kutlanır. Yani kandilden önceki gün isteyenler gündüz oruç tutar, yatsıdan önce genelde camilere gidilir, okunan mevlid dinlenir, yatsı namazından sonra evlerde Kur’an okunur, evrâd ü ezkâr, çekilir, kaza namazları kılınır, çeşitli iletişim araçlarıyla kandil kutlama mesajları gönderilir. Diğer kandillerde de bu minval üzere uygulamalar yapılır, bazı kandil gecelerinde de tespih namazları kılınır.

 

  1. CAMİLER

Matrakçı Nasuh’un (ö. 1564) Erzincan minyatüründe, kale içinde biri diğerlerinden biraz büyük olmak üzere üç tane cami yer almaktadır. (Matrakçı, 2014) Matrakçı’nın ölümünden yaklaşık yetmiş beş yıl (1640) sonra Erzincan’a gelmiş olan Evliya Çelebî de şehrin tamamında yedisi cami olmak üzere yetmişten fazla mescidin olduğundan bahsetmektedir. (Çerçi, 25, 77) Ancak XIX. Yüzyıl ortalarında şehir merkezinde bir tane büyük cami bulunmaktadır. Bu da muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman devrinde onun emriyle inşa edilmiş olan camidir. (Ali Kemali, 349) 1690-1730 tarihleri arasında Erzincan’da 22 cami ve 35 mescit bulunduğu bilinmektedir. (Bkz. Lokmacı, 2019: 163-173) Anadolu Ordu-yı Hümâyun ruznamçeciliğine[2] atanan İbrahim Halil (Aşçı Dede) 1856 yılında Erzincan’a gelmiş, orada kaldığı sürece hatıratını kaleme almış ve Erzincan’la ilgili kıymetli bilgiler vermiştir. Müellifin ifade ettiğine göre o yıllarda Erzincan’da çok sayıda küçük mescit bulunmaktadır. Bunlardan biri diğerlerine göre biraz daha büyük olduğu için ona Cami-i Kebir denilmiştir.

1930’a gelindiğinde (1939 depreminden önce) Erzincan’da Ulu Cami, Halilullah Camii, Cemaleddin Çelebi Camii ve Hacı İzzet Paşa Camii’nin ayakta ve aktif olduğunu görmekteyiz.

Camilerde görev yapan imamların resmi bir maaşı yoktu. Özellikle köylerde halk tarafından ücreti genelde buğday olarak belirlenen imamlar görev yapardı. Ayrıca camiye ait vakıf arazisi varsa imamlar o araziyi ekip biçerek geçimlerini sağlarlardı. Dolayısıyla onlar memur statüsünde değillerdi. Ancak 1960’tan sonra imamlara devlet tarafından kadro verilmeye ve maaş bağlanmaya başlandı.

Cumhuriyetten önce Cuma günleri Erzincan’da halk ve memurlar Cuma namazını kılmak için Cami-i Kebir’e giderlerdi. Cemaat gelmeden önce müezzin mahfilinde müezzinler Kur’an okumaya başlarlardı. Cuma geceleri, mescitlerde cüz dağıtılıp hatimler okunurdu. (Aşçı Dede, 1/336, 370; Ali Kemali, 350; K1) Günümüzde böyle bir uygulama yapılmamaktadır.

 

  1. RAMAZAN-ORUÇ, BAYRAMLAR ve HACC
    • Ramazan-Oruç

Ramazan’da hayır hasenat her zamankinden biraz daha fazla yapılır, fakir-fukaraya kilerlerden reçel, şurup vb. iftariye olarak dağıtılırdı. 1860’larda Vasgirt’de bahçelerde çok miktarda menekşe yetiştiğinden, iftardan evvel toplanan menekşelerden çay yapılır ve ikram edilirdi. Ramazanın ilk birkaç günü geçtikten sonra yakınlar, komşular iftara çağrılır, iftardan sonra da o evde teravih namazı topluca kılınırdı. Namazın evde kılınmasının sebeplerinden biri de teravihlerde camilerin çok kalabalık olması ve yer bulunamamasıydı.

1869 Ramazanında Müşir Paşa’nın isteği üzerine Erzincan’da Cami-i Kebir’de Tâ-hâ suresinden başlanarak tefsir okunmuştur. Bu derse askerî ve mülkî memurlar katılmışlardır. (Aşçı Dede, 1/362, 363, 507; K.1)

Aşçı Dede’nin Ramazanlar, oruç, iftar davetleri ve teravihler hakkındaki aktardığı malumat, şehrin bu ayda büründüğü manevî havayı göstermesi bakımından oldukça önemlidir. (Baltacı, 47-64) Bu çerçevede eskiden 5-6 yaşından itibaren çocuklar oruca alıştırılır, ilkokul 4-5. Sınıfa geldiklerinde bütün ramazan boyunca oruç tutmaları beklenirdi. Tutmayanlar kınanırdı. Çocuklara, oruç tutmaya alışsınlar diye küçük yaşta yarım gün oruç tutturulurdu ve buna da “tekne orucu” denirdi. İftariyelik olarak kendilerine bastık, yarma ve çemiç verilirdi. Oruç tutan çocuk büyükleri tarafından sırta alınarak gezdirilir bazen de ona özel, ‘oruç yemeği’ yapılırdı. İftar yaklaşınca çocuklar genelde evin dışında heyecanla ezanın okunmasını bekler, ellerindeki iftariyelerle oruçlarını açıp sonra eve girer, yemeklerini yerlerdi.

Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi Erzincan’da da 1850’lerde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Ramazan’da talebeler cerre çıkarlardı. Daha sonraları İnşirah suresini ezbere bilenler cerci olarak dolaşmaya başladılar, bir süre sonra da cerci hocalar piyasaya çıktı. Bunlar köy köy gezer, vakit namazlarından sonra camide aşır okurlardı, cemaat de yardım amacıyla gönüllerinden ne koparsa kendi aralarında toplar, bu hocalara verirlerdi. Şimdilerde böyle bir uygulamaya rastlanmamaktadır.

Günümüzde bazı camilerde olduğu gibi önceki dönemlerde de Erzincan’da hatim ile teravih namazı kılınırdı. 1939 depreminden önce Hafız Tevfik Şenocak hocanın hatimle teravih kıldırdığı bilinmektedir. (Aşçı Dede, 2/811; 3/1443; K1; K2; K3.)

  • Bayramlar

Bir zamanlar Erzincan’da bayram namazları “Bayram Mescidi” denen ve şehrin bir-iki km. güneyinde çayırlık bir alanda kılınırmış. Aslında Bayram mescitleri Selçuklulardan kalan Cuma Mescidi uygulamasının bir devamı olarak görülebilir. Ali Kemali, 1930’da bu Bayram Mescidi’nin bir sanat eseri olarak nitelediği mihrabının birkaç taşının bu alanda kalmış olduğundan bahsetmektedir. (Ali Kemali, 349) Kendileriyle görüştüğümüz ve şu anda 70’li yaşlarda olan Erzincanlılar “Büyüklerimiz Bayram Mescidinde, bayram namazı kılındığını söylerlerdi ve çocukluğumuzda o çayırlık alanda bu mescidin mihrap taşları duruyordu. Sonraları bu taşlar köylüler tarafından inşa edilen yapılarda kullanılmak üzere taşınıp götürüldü.” Bahsi geçen Bayram Mescidi’nin, kaleden ve Taşçı Konağından aşağıda Hacı Hafız Mezarlığı’nın altında, Fırat’ın üst tarafında olduğu bilinmektedir. (K2; K1)

Eğer bayram, bahar mevsimine denk gelirse, bayramdan sonraki gün insanlar, şehrin dışındaki bahçelerine taşınır, izzet ikram orada devam ederdi. Özellikle şehrin manevî önderleri, bahçeye intikal edince o civarda bahçesi olmayan ümera, memurlar, subaylar da bahçe kiralamak suretiyle onlar da şehir dışına intikal ederlerdi.

Yakın akrabalar, genelde en yaşlı üyenin evinde bayram sabahı topluca yemek yerlerdi. Bamya ve yaprak sarması Erzincan’daki bayramların özel yemekleriydi. Ayrıca şerbet ve şurup yapılır, gelenlere de ikram edilirdi. Son dönemlerde de bayram ziyaretine gelenlere şerbetle birlikte tatlı ve sarma ikram edilmektedir.

Yemeğin ardından topluca bayram ziyaretleri gerçekleştirilirdi. İki bayram arasında bir evden cenaze çıkmış ise bir sonraki bayram onların “Karalı Bayramı” olarak nitelenir ve ilk ziyaretler bunların evine yapılır ve aşır okunurdu. Sonra da yine topluca yaşlılar ziyaret edilirdi.

Bayramlarda çocuklar gruplar hâlinde ev ev dolaşır, büyüklerin ellerini öper, kuru meyve toplarlar, özellikle topladıkları kabuklu fındıklarla fındık oyunu oynarlardı. Bu, daha sonra şeker toplamaya dönüştü.

Yine dinî bayramlarda şehirde çarkı felek kurulur, manuel olarak çalıştırılan bu düzenek vasıtasıyla çocuklar eğlenirdi. Ali Kemali’nin “Erzincan’da millî ve dinî bayramlarda davul zurna ile eğlenme âdeti yaygındı.” şeklinde naklettiği malumat ya gerçeği yansıtmıyor ya da muhtemelen onun dönemine ait bir âdetti (Aşçı Dede, 1/363; Ali Kemali, 322) Zira kendilerine müracaat ettiğimiz yaşayan kaynaklarımız “dinî bayramlarda davul-zurna ile eğlenme âdeti yoktu” (K3; K1) diye görüş beyan etmişlerdir.

 

  • Hacc Yolculukları

Aşçı Dede, hatıralarında Cumhuriyet’ten önce 1850’lerde Erzincan’dan hacca gidenlerden bahseder. Müellifin bahsettiği bu zevat, toplumun seçkin kesiminden olup bunlardan bazıları birkaç sefer hac ziyaretinde bulunmuşlardır. Gidenlerden bir kısmı hac vazifesini ifa etikten sonra dönmemiş hatta orada vefat edenler olmuştur. ( Bkz. Aşçı Dede, 1/341, 343, 418, 427-8, 483, 565; 2/629, 994)

Hacca gidenler, önceleri Cami-i Kebir’den uğurlanırmış. Bunun için halk sabah camide toplanır, muhtemelen dualar okunduktan sonra şehirden (yaya olarak) bir-iki saat mesafeye kadar uğurlanırlarmış. Bu törenlere gayr-i Müslimlerin de katıldığı olurmuş. Mesela Mustafa Fehmi Efendi’nin ilk defa hacca gittiği 1853 tarihinde camide yapılan uğurlama törenine gayr-i Müslimler de iştirak etmiştir. (Aşçı Dede, 1/427)

Ali Kemali, Erzincan’da 1930’lardaki hac ziyaretiyle ilgili şu malumatı aktarır: “Halkın dinî hassasiyeti ta eski zamanlardan beri çok derindi. Hac vazifesini yerine getirmek, bu hissiyatın ifadesi için bir vesileydi. Zira her sene Hac mevsiminde büyük şenlikler, dağdağalı merasimler yapılırdı. Hacı olmaya niyet eden kimseler –servetlerine göre farklı olmak şartıyla- hareketlerinden evvel ziyafetler tertip eder, sadakalar dağıtırlardı. Yola çıkmadan bir gün evvel de tellallar halkı, keyfiyetten haberdar ederdi.

Bir taraftan Ulu Cami Medresesi’nde salât okunur (salâ verilir), bir taraftan da halk, akın akın hacının hanesi civarında toplanırdı. Belli vakit gelince hacı, hanesinden çıkarak iki seyisin yedeğindeki süslü takımlı bir ata biner, önden giden ve kasideler, naatlar, ilahiler okuyanlarla “âmin” sesleri arasında Ulu Cami’ye gelir, cemaatle iki rekât namaz kılardı. Bundan sonra müftü efendinin yahut başka bir hocanın selamet temennisini içeren dua okuması adettendi. Bu duayı müteakip hacı efendi yine ata binerek kaside okuyanların uğurlama sesleri arasında yola çıkar ve kasabaya bir saat mesafede hısım akrabasıyla ve uğurlamaya gelenlerin hepsiyle vedalaşırdı.”

Hac yolu o dönemin şartlarında oldukça uzun, meşakkatli ve tehlikeliydi. Arabistan çöllerinde kalma, ziyaret vazifesini yerine getirememe hatta geri dönememe ihtimali de çoktu. Onun için hacıların arkasından hep sıhhat ve afiyetle, karada ve denizde selametle gidip gelmeleri için dualar okunur, gözyaşları dökülürdü. Fakat ibadet yerine getirilip de hacıların gelmekte oldukları haberi duyulunca o zamana kadar yaşanan üzüntü ve hasret, birden sevince dönüşür ve memleket bir karşılama hazırlığıyla, uğurlamadakinden daha fazla bir heyecanla çalkalanırdı. Hacılar, dönüşte Ulu Cami’ye gelip iki rekât namaz kılar, ondan sonra evlerine giderlerdi.

Erkekler çoğunlukla bizzat hacılığa giderler, kadınlar da çoğunlukla kendi yerlerine bu ibadeti ifa edecek birini “bedel” olarak gönderirlerdi. Her hacı, dönüşünde mübarek yerlere özgü bazı hediyeler getirerek tanıdıklarına verir, getirdiklerinden bazılarını da –haline göre- satar, yol harçlığını çıkarırdı. Hacca gidenlerin sokak kapıları, dönüşlerinden evvel yeşil boya ile boyanırdı. Bu yüzden Erzincan’da yeşile boyanmış birçok kapı vardı. (Ali Kemali, 320-321)

Ali Kemali, Cumhuriyetin ilanından sonra Erzincan’dan gerçekleşen hac yolculuklarını özellikle 1930’lardaki törenleri yukarıdaki şekilde anlatır. Ancak sonraki dönemlerin canlı şahitleri, Erzincan’dan Hacc’a ilk defa 1952’de gidilmeye başlandığını söylemektedirler. Buradan da ülkede bir dönem, hac ziyaretlerinin yapılmadığı, ondan sonra tekrar başladığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1954-55’te Erzincan müftüsü olan Mehmet Serdaroğlu, şehirden birkaç kişiyi hacca götürmüştür. O zamanlar Hicaz’a demiryoluyla gidilirmiş. Dolayısıyla bu hacılar da Erzincan’daki tren istasyonundan uğurlanmışlardır. Hacca gidecek kişiler, yukarıda anlatılanlara benzer şekilde hazırlıklar yaparlardı. Hacı adayı, gitmeden önce evinde ziyafet verir, eşi dostu çağırır, onlardan helallik alırdı. Döneceği zaman da evin, sokağa açılan kanatlı dış kapısı yeşile boyanırdı. Artık bundan sonra kendisine hitap edilirken isminin önüne “hacı” sıfatı eklenir ve ziyaret edilirdi. Gelenler hacının, Hacerü’l-Esved’e sürdüğü elinin içini-avucunu öper ve onun hicaz anılarını dinlerlerdi.

Hacdan dönenler önceleri zemzem ve hurmanın dışında pek hediye getirmezdi. Hurma ve zemzemin özel, orijinal kapları olurdu. Her hacca giden de zemzem, hurma getirme imkânı bulamazdı. Getirilen zemzem, sınırlı olduğu için ona su katılır, hurmalar da mahalledeki evlere bir çıkın içinde üçer-beşer tane dağıtılırdı. Hurma çekirdekleri çöpe atılmaz, itina ile saklanır, hatta kıyafetlere iliştirilerek taşındığı da olurdu. (K1; K2; K3)

Ali Kemali, 1930’ların Erzincan’ını anlatırken hac konusuyla da ilgili olarak ilginç bir bilgi vermektedir: “(Erzincan’da) zengin aileler arasında çok sınırlı da olsa esir ve cariye istihdam edenler vardı. Bu köleler de çoğunlukla Gürcü, Zenci ve Çerkezlerdi… Zencileri çoğunlukla Hicaz’dan dönen hacılar getirirler, onlara evlat muamelesi yaparlar ve onları çok hoş tutarlardı.” (Ali Kemali, 355)

 

 

  1. BÜYÜKLERE SAYGI, İYİLİĞİ EMRETMEK KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMAK

Anadolu’nun genelinde olduğu gibi Erzincan’da da küçükler, büyükleri görünce ayağa kalkar, saygı vaziyeti alırlardı. Yanlarında sigara içmezlerdi. Büyükleri gördüğünde eğer ağzında sigara varsa onu ya atar ya da avucunu içinde arkasına saklarlardı. Erzincan’da görev yapmış önemli zevattan olan Hafız Abdülkadir Aksular’ın, ilerlemiş yaşına rağmen kendisine baktığı yaşlı annesinin yanında sigara içmediği hatta annesinin, onun sigara içtiğini dahi bilmediği anlatılmaktadır.

Tanıdık olsun olmasın çocuklar, büyüklerin ve yaşlıların yanında yüksek sesle konuşmaz, gülmez, rastgele oturmazlardı. Böyle davrananlara iyi gözle bakılmazdı. Büyüklerin sofrasına oturmamak, onlarla birlikte yemek yememek de bir nevi hürmet sayılırdı. Bazı dönemlerde özellikle de kız çocukları babalarıyla aynı sofraya oturamaz, onlarla birlikte yemek yiyemezdi.

Erzincan’da çocuklara temel dinî eğitim bilgileri verilirken öğretilen hususlardan biri de 32 farzdı. “Teyemmümün 2 farzı” bazen otuz iki farzın ikisi olarak öğretilirdi. Ama bu iki farz, çoğunlukla “Emr-i bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker/İyiliği Emretmek Kötülükten Alıkoymak” olarak da anlatılırdı. Bu uygulamanın bir sonucu olsa gerek insanlar bu hususa dikkat ederlerdi. Özellikle büyükler, namazı ve cemaati terk edenleri, yasaklanmış şeylerden birini işleyenleri kınarlar, sözlü tenkitlerde bulunurlar, kendilerince emin ve doğru olan yolu bazen şiddetle ve acı tembihlerle tavsiye ederlerdi. Bu işe kimi zaman şehrin ileri gelenleri de müdahil olurdu. İnsanlar bu tür uyarıları makul karşılar, itiraz etmeyi hayallerinden bile geçirmezlerdi. 1930’ların Erzincan’ıyla ilgili olarak bu malumatı aktaran Ali Kemali, bunun şiddet içeren türünü bir nevi zorbalık olarak gördüğünü ama bu uygulamanın olumlu tesirleri olduğunu ve hayırlı neticeler verdiğini de itiraf etmekten kendini alamamıştır. (Ali Kemali, 356, 357; K3)

Bu tür uygulamalar, 1980’lara kadar devam etmiş olup tanıdık tanımadık herkes, evde, sokakta, topluma açık alanlarda yanlış gördüğü şeylere münasip bir şekilde müdahale eder, özellikle çocuklar ve gençler, uyarılır hatta bazen hoş olmamakla beraber fiziksel şiddet bile söz konusu olurdu. Ama hiçbir çocuk ya da genç buna tepki göstermez, aksine uyarıldığı hususta olumlu davranış sergilerdi.

  1. ZİYARETLER, ARİFE GÜNLERİ KABİR ZİYARETLERİ

Evliya Çelebi, tam olarak yerini kaydetmemekle beraber Erzincan’da halk tarafından sıkça ziyaret edilen aynı zamanda bir Bektaşî tekkesi olan Hazreti Hızır Makamı’ndan da bahsetmektedir. (Çerçi, 85-86) Ayrıca günümüzde olduğu gibi eskiden de arife ve bayram günleri Terzibaba’nın mezarı ve diğer mezarlıklar ziyaret edilirdi.

Bunun dışında Erzincan’da Kırklar Tepesi, Sultan Seydi, Ali Cerrah, Sultan Melik gibi yerler (Ayrıntılı bilgi için bkz. Şahin, 2019: 3/195, 319-321) önemsenir ve halk tarafından ziyaret edilirdi. Kırklar Tepesi’nde bugünkü gazinonun olduğu yerde eskiden mezarlar vardı. Bu mezarlar hâlâ durmaktadır. Bunların etrafı duvarlarla çevriliydi ama bir kitabesi vs. yoktu. Bunlar şimdi askerî bölge içerisinde kaldı. (K2)

 

  1. YAĞMUR DUASI

Şehir merkezine yakın bir yerde “Bayram Mescidi” denilen çayırlık bir alan bulunmaktaydı. Burada bayram namazları kılındığı gibi yağmur duası da yapılırdı. 1960’larda burada yapılan bir yağmur duasına iştirak etmiş olan bir görgü tanığı o gün yapılanları şöyle özetlemektedir. “Biz çocukken bir ara Erzincan’da kuraklık oldu, camilerde “yağmur duasına çıkılacak” diye ilan yapıldı. Şehir halkıyla yaklaşık bir saat yürüyerek Bayram Mescidi’ne vardık. Orada dua edildi. Dönerken yağmur yağdı ve herkes ıslandı.” Yağmur duasına gidilirken çocuklar ve hayvanlar da beraber götürülürdü. (K1; K2)


REFERENCES/KAYNAKÇA

 

AHMED, (2016). Manzûm Sîret-i Nebî (İnceleme-Transkripsiyonlu Metin), Haz. Turgut Karabey, Bülent Şığva, Akçağ Yayınları, Ankara.

ALİ KEMALİ, (2013). Erzincan, ed. Nejat Bayram-Kurtuluş Güran, Kaynak Yayınları, İstanbul.

ASLAN, ÖMER, (2018). Erzincan’da Tasavvuf Kültürü ve Nakşbendîlik, EBYÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzincan (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

AŞÇI İBRAHİM DEDE, (2006). Aşçı Dede’nin Hatıraları Çok Yönlü Bir Sufinin Gözüyle Son Dönem Osmanlı Hayatı, I-IV, Haz. Mustafa Koç-Eyüp Tanrıverdi, Kitabevi Yayınları, İstanbul.

BALTACI, H., (2015). Aşçı İbrahim Dede Hatıratı Çerçevesinde XIX. Yüzyıl Erzincan’ında Dinî ve Tasavvufî Hayat, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 1, 47-64.

BALTACI, H., (2016). Erzincan’da Nakşî-Hâlidî Gelenek, Uluslararası Bahaeddin Nakşibend ve Nakşibendilik Sempozyumu, İstanbul, 1-17.

BALTACI, H., (2016 Erzincan Sempozyumu). Erzincan’da Ârif-i Ümmî İki Şâir: Leblebici ve Tüfekçizâde Sâlih Baba Şiirlerinde Tasavvufî Düşünce, Uluslararası Erzincan Sempozyumu, Erzincan, 867-877.

BALTACI, H., (2017). Halvetiyye’nin Anadolu’daki Neşvünemâsına bir Menba: Pîr Muhammed Erzincanî ve Makâmâtü’l-Ârifîn Adlı Eserinde Seyr ü Sülûk, Dil-i Halvet Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 15, 19-23.

BİROL, N., (2019). 19. Yüzyıl Sonlarında Erzincan’da İdarî, Siyasî Sosyal ve Dinî Hayat, Uluslararası Erzincan Tarihi Sempozyumu, 1266-1303.

ÇERÇİ, F., (2017). Evliya Çelebi’nin Erzincan ile İlgili Görüşleri, Erzincan.

EVLİYA ÇELEBİ, (ty.). Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Rober Dankof vd., Yapı Kredi Yayınları, yy.

GÖKSU, M. Z. ve YAMAK, S. (2019). Din Eğitimi Özelinde Erzincan: Dünü Ve Bugünü, Uluslararası Erzincan Tarihi Sempozyumu, 1863-1881.

HAMEVÎ, (1977). Mucemu’l-Buldân, Dâr-ı Sadr, Beyrut.

İÇLİ, H. H., (2019). Erzincan Medreseleri, Uluslararası Erzincan Tarihi Sempozyumu, Erzincan, 1479-1494.

LOKMACI, S.,  (2019). Osmanlı Dönemi Vakıfları, ed. Hüsrev Akın, Erzincan, 163-173.

MATRAKÇI Nasuh, (2014). Beydân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultân Süleymân Hân, Haz. Hüseyin Gazi Yurdaydın, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

PAKALIN, M. Z. (1993). Osmanlı Deyimleri Sözlüğü, I-III, MEB Yayınları, İstanbul.

PARLAK, N., (2010). Erzincan-Çayırlı Bölükova (Kısmısor) Köyü Tarihi ve Kültürü, Girişim Matbaası, Ankara.

ÖZBAY, E., (2007).Türkmenistan’dan Anadolu’ya Örf Adet ve Halk İnançları, İstanbul.

ŞAHİN, T. E., (2019). Erzincan Tarihi, I-V, Ankara.

ŞAHİN, T. E., (2020).  Diyalektik Programı, ERT Tv, 13.02.2020.

         

KAYNAK KİŞİLER

 

  1. 1. AKTEPE, Orhan, Prof. Dr. Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Öğretim Üyesi, 10.12.1949 Erzincan doğumlu, 70 yaşında. 18 ve 31 Aralık 2020 tarihlerinde yapılan görüşmelerde kendisinden malumat alındı.
  2. 2. POLATER, Kadir, Prof. Dr. Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Öğretim Üyesi, 10.07.1956 Erzincan doğumlu, 64 yaşında. 18 ve 31 Aralık 2020 tarihlerinde yapılan görüşmelerde kendisinden malumat alındı.
  3. 3. TANOĞLU, Rahmi, emekli din görevlisi, esnaf. 1939 Erzincan doğumlu, 81 yaşında. 25 Aralık 2020 tarihinde yapılan görüşmelerde kendisinden malumat alındı.

[1] Bu makaleyi hazırlarken görüşlerine başvurduğumuz yaşayan kaynaklarımız, alfabenin öğretilmesi hakkında bilgi verirken “ebced sıparası” ifadesini kullandılar. Biz de bu kelimenin kayıtlara geçmesini sağlamak için olduğu gibi aldık. “sıpara” kelimesi bazı sözlüklerde “Elifba, cüz, risale, Kur'an’ın cüz'lerinden her biri ya da Kuran'dan bölünmüş surelerin yazılı olduğu küçük cüzler.” olarak tanımlanmaktadır. Bkz. https://sozce.com/nedir/280573-sipara 09.03.2020

[2] Ruznâme, günlük gelir-giderlerin, harcamaların ya da olayların kaydına ait defterleri tutan memurlar için kullanılan bir tabirdir. Bu defterlerle “ruznâme” denildiği için bu defterleri tutanlara da “ruznameci”, daha sonra da “ruznamçeci” denilmiştir. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Deyimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul: MEB Yayınları, 1993, c. III, s. 62.

TOP