Doç. Dr. M. Abdullah ARSLAN
Ağıt
Ölüm hayatın yegane mirasıdır. Ölüme yazgılı insan, ölümle birlikte yaşarken, ölmeyi yaşarken hayatın temel sorusunun sadece hayatın bir anlamı olup olmadığını anlamak olmadığını, bilakis ölümün de varlığı ile yüzleşmek olduğunu fark eder. Ölümün varlığı ile yüzleşmek hayatı bir ağıta dönüştürmektir. Ölüme yazgılı hayatın dayanılmaz ağırlığı karşısında ağıtlar yakmaya başlar ve ağıt, varoluşun vazgeçilmeyen melodisi haline gelir. Ölüm sadece yaşadığımız, ama hiçbir zaman tecrübe edemediğimiz bir olgu olarak tam karşımızda durur. Sözlüklere bakacak olursak ağıt ya da mersiye “ölenin iyiliklerini alıp ağlamak, onun hakkında ağıt söylemek” anlamında Arapça mastar olan mersiye (risa’) “bu amaçla söylenen sözler” manasında isim olarak da kullanılır (Ulukütük, Kasım-Aralık 2016, S. 29: 50-52).
Ölüm merasimini ve ölüm hadisesini hikaye eden bir kelime vardır. Bu durum daha çok “yuğ” ve “sagu” kelimeleri ile karşılanmaktadır. Sagu kelimesi giderek yerini mersiye ve sonuçta ağıt kelimelerine bırakmıştır. Yok’tan geldiği söylenen yuğ kelimesinin nitekim Orhun Yazıtları’nda “katun yok bulmuş (ölmüş) erti” denilmektedir. Buradan hareketle kelimesinin yok’tan geldiği söylenebilir. Kaşgarlı Mahmut'a göre “yuğ” ölümden 3 veya 7 gün sonra verilen yemektir. 13. yüzyıldan beri Türkiye Türkçesi ile yazılmış kitaplardan toplanan tanıklarıyla tarama sözlüğünün 14. asır kaynaklarından mesela Işıkname'den toplayarak verdiği bilgiye bakılırsa “sagu” ölünün iyiliklerini duyuran ağıt ve mersiye mânâsına gelmekte, aynı asırda “sagucu” kelimesi ile beraber “sagu kalmak” fiili de kullanılmaktadır. 15. asırda Ali Şir Nevai ise “ağıt” kelimesini “ağlama” mersiye, ölü için yazılan şey, diye almaktadır. Hunların defin törenine dair verilen bilgi ise İsa'dan önce 3. yüzyıla aittir. Çin kaynaklarından hareketle bu tespit yapılmıştır (Bali, 1997: 14-19).
Tarihin, ölümle ilgili ağıt ya da en eski mersiyenin de Kabil'in Habil'i öldürmesi üzerine Hz. Adem tarafından söylendiğini kaydettiğini yukarıda söylemiştik. Bundan binlerce yıl sonra Kerbela Vakası denilince İslam tarihinde akla Hz. Hüseyin'in şehit edilişi gelir. 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) de Ömer b. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın askerleri tarafından Kerbela'da şehit edilmiş bu olay klasik edebiyatımızda Kerbela mersiyelerinin ve “maktel-i hüseyin”lerin çıkış noktası olmuştur. Edebiyatımızda ölümle ilgili duygu ve düşüncelerin dile getirildiği türler arasında Divan edebiyatındaki mersiyelerle halk edebiyatındaki ağıtlar önemli bir yer tutar. İdrak edilmesi için çeşitli dinler ve felsefi ekollerle düşünürler tarafından irdelenen ölüm 19. asrın başlarında romantizmin tesiri ile hemen her toplumun edebi eserlerine konu olmuştur. Türk edebiyatının da belli başlı temlerinden biri olan ölümün daha İslamiyet öncesinde sagu ve destanların asıl konusu olduğu ve bu edebi ürünlerden bazılarının günümüze kadar intikal ettiği bilinmektedir. Ölen kişilerin ardından düzenlenen yuğ törenlerinde ağıtlar yakılmış, ölenin iyi yanlarının anlatıldığı sagular söylenmiştir. Ölüm temi, İslam sonrası dönemde de edebiyatımızda varlığını devam ettirmiştir. Mersiyeler yoluyla Divan edebiyatında, ağıtlar yoluyla da halk edebiyatında önemli yer tutan ölüm hadisesi, Tanzimat sonrası edebiyatımızda, bilhassa şiirde, Fransız edebiyatının da tesiriyle metafizik bir derinlik kazanır (Ulukütük, Kasım-Aralık 2016, S. 29: 50-52).
Türk ve dünya edebiyatında ağıtla ilgili genel olarak Batı’da Rainer Maria Rilke’nin “Duino Ağıtları”, Ebu’l-Beka er-Rundi’nin Arapça “Endülüse Ağıt” şiirinden sonra bizde Tanzimat edebiyatında Abdülhak Hamit Tarhan “Makber” vb. söz konusudur.
İnsan ömrünün iki büyük hududundan sonuncusunu teşkil eden “ölüm” hadisesinin güzel sanatlara, şiire yani “ağıt” türüne ilham kaynağı olduğu bilinen bir gerçektir. Ağıtlar, şekilleri ve ilham ettikleri heyecanlar büyük ölçüde değişik olmakla beraber, bütün toplumlarda bulunur. Ağıtla methiyenin benzerlikleri olmasına rağmen ağıtın durumu daha hissidir, methiye ise daha çok övgüye yöneliktir. Bu arada ağıtın ilk ya da mersiye şeklindeki halinin Hz. Adem zamanından başladığı söylenebilir. Habil-Kabil meselesinde Habil’e karşı Hz. Adem'in söylemi akla gelmektedir. Müslümanlar arasında olduğu gibi Hristiyanlar arasında da dini törenlerde ağıt geleneğine rastlanmaktadır (Bali, 1997: 1-6).
Türklerde ağıt, yuğ merasimi ve ağıt şeklinde devam etmektedir. Göktürkler’den önce Hunlar’da (İ.Ö. 3.yy) görülmüştür. Daha sonra Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular eski Anadolu'da, mesela Yunus Emre divanında, Dede Korkut kitabında, beylikler döneminde, Osmanlı devrinde devam edegelen bir gelenektir. Bununla birlikte dış Türklerde (Azeri, Kazak, Kırgız, Kıpçak, Çağatay, Kerkük, Kıbrıs, Balkan Türklerinde) de ağıt geleneği vardır (Bali, 1997: 19-80).
Anadolu'da ise biri vefat ettikten sonra ağıt yakma ritüeli kalabalık bir ortamda ortaya oturmuş önüne de bir bohça konmuş bir kadın evin ölen kişisi için ağır ağır bıraktığı yokluğun büyüklüğünden, vaktiyle ne çok iyilikte bulunduğundan bahseder. Ev sahibinin verdiği son nefes ağıdın ilk nefesi olmuştur ve duyulan türkü değil boşluğun ya da ayrılığın sesidir. Ayrılık boşluk oluşturur. Geride kalanlar onun içine ölen yakınlarına vakti ile göstermedikleri ilgilerini ya da söyledikleri kırıcı sözlerini doldururlar. İkisi de vicdanı rahatsız eder durur uzun zaman. Böylece her dinleyen ölümün ayrılığa sebep olan bir fasıla aracı olduğunun idrakine varsın. Ağıtçı her zaman kadın olmaz, bazen erkek olurmuş. Taziyeye gelenler ilk hafta geliyorlarsa bu durumla karşılaşabilirmiş. Çünkü ağıt yakma 3 ya da 7 gün boyunca sürermiş. Zamanla geleneğe dönüşen ağıt yakma gurbette, askerde, hapishanede, hastanede, depremde, selde ve benzeri afetlerde ölenlerin arkasından da söylenir hale gelmiş. Bazıları ağızdan kulaklara yayılmış, bazıları kağıttan gözlere. Genellikle 6 + 5 ölçüsüyle ve dörtlük şeklinde yazılan ağıtların kiminin sahibi var kimi de anonim olarak kayıtlara geçmiş.
Mesela söyleyenin Bayburtlu Zihni olduğu şu ağıt 1828 Rus İşgali üzerine yazılmış:
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şirnest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazalı
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Geçmiş dağdan dağa yoktur durağı
Laleyi sümbülü gülü har almış
Zevk u şevk ehlini ah u zar almış
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Zihni dert elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağı ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı
Ağıdın ölenlerin ardından yakıldığını öğrenmiştik. Ancak yukarıda şairin toprağının elden çıkması (ülkenin ölmesi) şöyle dursun köşesinin işgale uğramasını (hastalanmasını) ölmekle eşdeğer tutmuş. Zarara uğramasına dahi izin vermeyecek onu değerlinin değerlisi kabul edecek (Kılıç, Kasım-Aralık 2016, S. 29: 72-73).
Ağıt, bir kimsenin ölümü, bir yıkılış, bir göçüş hadisesi üzerine duyulan derin üzüntüyü belirtmek için söylenen ve yazılan şiirlerdir. Ağıt, anonim halk şiirinin yaygın nazım türlerinden birisidir. Ölüm, ölüm hadisesi ve yas gelenekleriyle bağlantılı olan ağıtlar, Anadolu’da ölenin ardından ağlamak, onun iyi taraflarını öne çıkarmak ve ölümünden duyulan üzüntüyü dile getirmek için söylenir. Bu işi yapana ise “ağıtçı” denir. Bugün Anadolu’da ölüm konulu şiirlere veya ölüm vesilesiyle söylenen şiirlere “ağıt” denilmekle birlikte ağıtın Türk kültüründe uzun bir geçmişi vardır. Hun döneminden itibaren Türklerde yas törenlerinin yapıldığını, bu törenlerde ağlayıp, sızlayıp şiir söyleyen kişilerin olduğunu takip edebiliyoruz[1]. Mutasavvıf şairler de özellikle mürşidleri, ihvanları gibi yakınlarının ölümü üzerine ağıt yakmıştırlar (Bali, 1997: 14-19).
Anadolu ağıtları bizim için anonim olması, motifleri, şahısları, ölüm şekli, yer ve zamanı, inanç temeli, gelenek ve görenekler, tabiatüstü güçler, dini unsurlar, din adamları, doktor/hekim, çevre, eşya, hayvanlar muhteva bakımından görülmesi açısından önemlidir. Bu arada saz şairlerimizde ve halk hikayelerimizde de ağıtlar vardır. Sözlü kültür malzemesi olarak bizim halk edebiyatımızda önemli bir yeri kapsamaktadır. Kayıp, ayrılık ve ölüm şiirleri şeklinde tanımlanabilecek olan ağıtlar, ölüm merasimi ile olan ilişkisi düşünülerek “ölü gömme ve yas gelenekleri” üzerinde yoğunlaşmıştır (Bali, 1997: VIII-IX).
Ağıtlar, 4+3 =7, 4+4=8, 6+5=11 veya 4+4+3=11 dış yapısına sahiptir (Bali, 1997: 222-227).
Milli kültürümüzün gelecek nesillere intikali kitaplar yazılar vasıtasıyla olmaktadır. Milletlere şahsiyetini veren, onların öz benliğini oluşturan dünya üzerindeki diğer milletler arasındaki farkını ortaya koyan, maddi ve manevi soyut varlık ve değerlerinin bütünü olan kültürlerdir (Kara, 1993: 1).
Ağıtlar, bu kültür mirasımız yazılı şekilde ortaya konulması bakımından önemlidir. Bunun değişik bir türü de destanlardır denebilir. Erzincan, yazılı kaynaklara göre 1045 yılından beri 36 defa deprem yaşamıştır, gözyaşı dökmüştür. Yakın zamanımızda 1939 yılının 27 Aralık gecesi büyük bir yer sarsıntısı olmuş, şehir tamamen yıkılmış, 30-40 bin kişi hayatını kaybetmiştir. 1983 depreminin ardından da yaklaşık 10 yıl sonra 13 Mart 1992 bir ramazan akşamı 19:20 gibi büyük bir deprem daha yaşamıştır ve evler, hastaneler, camiler, kıraathaneler yıkılmıştır (Kara, 1993: I-III).
Erzincan'ın kaderi bu depremle yaşamak, depremle korkmak, depremle ölmektir. Nitekim bu 39 depreminden sonra yeniden kurulan şehir, 13 Mart 1992 depreminde aynı acıyı tatmış 653 kişi ölmüş, 4 bine yakın kişi yaralanmış, birçok işyeri hasar görmüş, konutlar yıkılmıştır. Depremlerin verdiği maddi ve manevi acılar, ızdıraplar, korkular Erzincan'ın yüreğini yakmış, onu içine kapanık yapmış, gülememiş, oynayamamış, çocuğuna bir şey bırakamamış ve bu ızdırabını, üzüntüsünü hafifletmek, rahatlatmak için ağıt yakmış, destan yakmış ve türkü yakmıştır (Kara, 1993: IV).
Dolayısıyla Kara’nın derlediği Erzincan Ağıtları ile ilgili eserde, 1939 depremi için (35), 1983 depremi için (5), 1992 depremi için şiirler yazılmıştır. En çok da 1992 depremi için 150’ye yakın şiir yazılmıştır, denilebilir.
Bu şiirler genellikle 8'li, 11’li hece ölçüsü ile yazılmış “koşma” türündedir. Destan ve ağıtların konusu deprem, depremin ortaya koyduğu olumsuzluklardır. Şiirlerde Erzincan'ın bahtsızlığı, kaderinin kötü oluşu, talihsizliği, geçim sıkıntısı, ayrılık, ölüm, yalnızlık, göç, sılayı terk etme arzusu konuları işlenmiştir. Ferdi olan ağıtlarda ise genç yaşta ölen insanların iyi yönleri, aniden ölümlerin vermiş olduğu acı ve ızdırap dile getirilmiştir. Deprem sonrası oluşan olumsuzluklardan, soğuk, çadır sıkıntısı, hastaların tedavisi, geçim sıkıntısı, göç endişesi, mesken özlemi ve insanların diğer beklentileri anlatılmıştır (Kara, 1993: IV-V).
Erzincanlı yıllardan beri birçok sıkıntı çekmiştir. Rus, Ermeni mezalimini görmüştür, ama yıkılmamış, direnmiştir. Hiçbir kötü olay, deprem felaketi kadar onu perişan etmemiştir. Yıllarca çekilen çile, emek, kurulan düzen, ümit bağlanılan baba ocağı kısa bir yer sarsıntısı ile yerle bir olur, acı ve gözyaşı geriye kalır, tekrar bir umut, yeniden bir çaba, yaşama mücadelesi, fakat yeniden bir tufan.. hep böyle olmuş. Erzincanlı bir şeyin sahibi olamamış, ümitsizlik ve dökülen gözyaşları. Bir kısmı kurtuluş diye baba ocağını terk etmiş fakat orada(İzmit) da yer sarsıntısı ile karşılaşmış, bir kısmı dayanamamış ve geri dönmüş. Yeniden başlamış işine, ama yine yer sarsıntısı, korku, ümitsizlik.
Deprem karşısındaki bu olumsuzluklar, ağıtlarda, destanlarda, türkülerde dile getirilmiş ve söylenmiş. İlimizin diğer sözlü halk anlatmalarına ve şiirlerine bakacak olursak deprem, göç, ayrılık, gurbet, hasretlik konularının işlendiğini görmekteyiz. Bu da bize o yerde yaşayanların sosyal ve kültürel yapısında nelerin etkili olduğunu açıkça ortaya koymaktadır (Kara, 1993: IV-V).
Depremin ardından yaşanan acıların ifade edilmesinde suç, zaman zaman felek, yazı, yazgı, şans, talih, baht gibi söylemler eşliğinde kadere atılmış, kader inancı hissedilir bir şekilde bu sözlü ürünlerde yer bulmuştur.
Bir kara haber ki zor konur adı
Duyanın kırılır kolu kanadı
Felek ikide bir atar tokadı
Yazım der sineye çeker Erzincan
Yazım der gözyaşı döker Erzincan (Abdurrahim Karakoç “Erzincan Depremi”)
Halide Nusret Zorlutuna, cennetten bir köşe olarak nitelendirdiği Erzincan için “Vah, Erzincan!” diyerek ilin depremden önceki durumunu ağıt yakarcasına anlatmaya çalışmıştır:
Nerde minicik yuvam, sarmaşıklı pencerem?
Nasıl bir an içinde yere geçti bir âlem?
Cennette bir köşeydin, birden oldun cehennem
Ah, güzel Erzincan’ım! Vah dertli Erzincan’ım!
Zerdali bahçeleri meyve vermez mi oldu?
Gelin kızlar bağlarda çiçek dermez mi oldu?
Gayri orda murada kimse ermez mi oldu?
Ah, güzel Erzincan’ım! Vah dertli Erzincan’ım!
Aşıklarımızdan biri de şöyle der:
Zaten Erzincan’ın bahtı karalı,
Felaketler zincirleme sıralı.
Kimi ölmüş yatar, kimi yaralı,
Yıkayıp kefene saran ağlıyor. (Âşık Duran Şıhlıoğlu “Erzincan Felaketi’ne Ağıt”)
1939 Erzincan Depremi'nde yıkılan şehir Erzincan'a ağıtlar yakılmıştır. Bunlardan biri de şudur:
Yıkılan Yurda Ağıt (1940 Taş Plak Kaydı) | 1939 Erzincan Depremi
(https://youtu.be/VhdPnylupJk )
Yukarıdaki bağlantıdan Milli Şef İsmet İnönü döneminde yaşanan deprem üzerine yakılmış ağıt dinlenebilir. Yakılan ağıt o dönemi, yaşanan acıları, yoklukları, ayrılıkları, tükenmişliği, devletin milletine elini uzatması vb. içli bir ezgiyle anlatılmaktadır.
Yine aşağıdaki bağlantıdan da Erzincan’ın önemli ozanlarından birinin duyguları dinlenebilir.
Türkü - Ağıt Erzincan .. Ali Ekber Çiçek ... Şu Yüce Dağları Duman Kaplamış
(https://youtu.be/4TaxYCzJUj0 )
1939 Depremi’nde Erzincan’ı dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ziyareti görülmektedir.

Bu fotoğraftan esinlenilerek bugünkü Valilik Binası önündeki heykel yapılıp kaidesine yerleştirilmiştir.
Erzincan’ın yaşadığı felaketler birbirine yakın olunca bazen bu yaşanan felaketler sonrası yakılan ağıtlar da birbirine karışmıştır. Celâlî’ye ait olan bir manzume “Erzincan’a Ağıt” ismini taşımaktadır. (Milli Kütüphane, Yazmalar Koleksiyonunda, 202x150, 170x130 mm ebadında, 5 yaprak, 19 satır, rika yazısıyla, çizgili defter kağıdına, ciltsiz olan yazma, 06Ml.Yz.A 4668 arşiv numarası ile Celâlî Baba adına kayıtlıdır.) Eser 159 mısradır, aa, bb, cc, … şeklinde kafiyelenmiştir. Bu yazmayı Arap alfabesinden Latin alfabesine aktardığımızda, eserin Erzincan depremi ile ilgili olduğu görülmüştür.
Erzincan Türkiye’nin en etkin tektonik alanlarından birinde bulunduğundan tarih boyunca birçok kez deprem görmüş ve yıkılmıştır. Bu depremlerin bazıları 1047, 1457, 1583, 1666, 1784, 1888, 1930,1939’da olanlardır. Yazmanın sonundaki 10. 7. 1940 istinsah kaydı, “Erzincan’a Ağıt” manzumesine konu olan depremin şairimizin ölüm tarihi olan 1915 dikkate alındığında 1888 Erzincan depremi olduğu kanaatini uyandırmıştır. Bu nedenle bu manzumenin 1915’te vefat eden şairimizin vefatından çok sonra yazıya geçirildiği düşünülmesi yerinde olur.. Ancak manzumenin 145., 113., ve 114. Mısralarında Atatürk’ten, İsmet Paşa’dan, cumhuriyetten söz edildiği görülmektedir. 1915 yılında vefat eden şairin, Atatürk’ten, cumhuriyetten ve İsmet Paşa’dan bahsetmesi mümkün değildir. Bu manzume ile ilgili olarak bu sebeplerle unlar söylenebilir:
- Evet, “Erzincan’a Ağıt” manzumesi 1888 Erzincan depremi ile ilgilidir, Bayburtlu Celâlî’ye aittir. Ancak şairin ölümünden çok sonra yazıya geçirildiği için 1939 Erzincan depremi ile ilgili mısralar müstensih tarafından daha sonra Celâlî’ye ait olmadıkları halde 1888 ve 1939 depremlerinin hatıralarının hala canlı oluşları nedeni ile her iki felaket bir çatı altında birleştirilerek esere ilave edilmiştir.
- Hayır, eser Celâlî’ye ait değildir. Eserin 159. mısrasında geçen “Sivaslı” ifadesi dikkate alındığında “Erzincan’a Ağıt” manzumesi, belki de “Sivaslı” mahlası ile yazan bir baka şaire veya 1939 Erzincan depremini anlatan bambaşka bir şaire ait olabilir.
- Özellikle 112. mısraya kadar Celâli’ye ait olabilme ihtimali de yüksek olan bu manzumenin 113. mısradan sonrası bir baka şaire ait olduğunu da düşündürür. “Erzincan’a Ağıt” manzumesindeki üslup Bayburtlu Celâlî’nin diğer manzumeleri ile karşılaştırıldığında, üsluplar arasında belli balı çok farklılığın olmadığı görülecektir. (Özellikle başından 112. mısraya kadar) Müstensihin manzumede söz konusu edilen mısraları, 1888 ve 1939 da Erzincan depremlerinin yurt içinde uyandırdığı infial nedeni ile ilave etmiş olduğunu düşünmekte akla uygun görünmektedir. Yani söz konusu ağıtta 1888 depremini dile getiren Celâlî’den başka, 1939 depremi ile ilgili ağıt söyleyen bir başka şairin ilave mısraları da vardır! Elimizdeki nüshanın başlığı “Erzincan’a Dair Manzumeler”dir. Bu ifade de kanaatlerimizi doğrulayan mahiyettedir. “Erzincan’a Ağıt” isimli manzume şöyledir:
Erzincan’a Dair Manzumeler
Celâlî Baba’nın Sûzili Manzumesi
Erzincan Erzincan canım Erzincan
Halsiz mi kaldın öksüz Erzincan
Sana ağlamayan yürekler taşdır
Ölenler kâmilen bize kardadır
Küçükler yavrumuz analar bacı
Çıkmaz içimizden bizim bu acı
Duvaklı gelinler kınalı kızlar
Andıkça onları yürekler sızlar
Tam uykuda iken bayanlar baylar
Çıkardı çığlıklar koptu vay vaylar
Damlar çökdü masumların başına
Karda bakmaz oldu öz kardaşına
Canını kuvvet-i narla attı dışarı
Zifiri karanlık soğuk dışarı
Baladı en soğuk günde hareket
Birdenbire düpdüz oldu memleket
Köylülere asker açmasaydı yol
Geçemezdi kardan tipiden bir kul
Kendini kurtaran kahraman oldu
Bu acı felaket pek yaman oldu
Erzincan Erzincan güzel Erzincan
Nerde kaldı seni şenleten insan
Gece gündüz sana bakanlar nerde
Senin ocağını yakanlar nerde
Nerde bülbül gibi şakrayan dudak
Hani ya derdi için yapanlar adak
Hani tarlasını ekip belliyen
Hani ateş üstünde bıçak bileyen
Elbisen olsa da giyen kalmamı
Bağda üzümleri yiyen kalmamı
Betondan binalar tadan saraylar
Nerde yaptıran o zengin baylar
Hani konağında direğin ayru
Hani kucağında uyuyan yavru
Nerde askerlerin seni koruyan
Hani hemşehrilerin seni arayan
Mektepli yavrular düşmüş cansız
İmana gelirdi gören imansız
Hani kitapların okuyan yok
Hani tezgâhların dokuyan yok
Nerde parasına güvenen zengin
Hani o güzeller sözleri geçkin
Hep cansız düşmüş kadın koca
Hizânlar üstüne yuvarlanınca
Nerde kafeslerin bülbüller ötmez
Hani ocakların dumanı tütmez
Nerde göğüs geren o hayranların
Kaldı adları o kahramanların
Da gibi yığılmış cansız cesetler
Gururlar kırılmış sönmüş cesetler
Ne hamam kalmışdır ne de külhancı
Toprağa gömülmüş yerli yabancı
Sarîr-gamı azında kalan bebekler
Beşikde boğuldu nazlı melekler
Fırınların yok nerde ekmekçi
Acından kıvrandı sağ kalan ekmekçi
Şanlı hükûmet yardıma koşdu
Aç kalanların ekmek diye koşudu
Kasaba, bakkala bak da berbere
Ahireti boyladı hep birdenbire
Ne ocaklar sönmüş konak içinde
Binlerce aile toprak içinde
Ipıssız bir şehir koskoca meydan
Evler baştanbaşa birer kabristan
Erzincan Erzincan şirin Erzincan
Şehirler içinde kaldın mı bîcan
Nerde idin memleket batıyor
Hani azaların hepsi yatıyor
Hani ahırlarında at kişnemesi
Hani çobanlarda kavalın sesi
Muallim mühendis memur doktorlar
Müfettiş polisler nerde yokdurlar
Hani dükkânında çalışan tâcir
Bütün dünya senin hâline acır
Ne mescid kalmıştır ne bir minâre
Dört gözle bakılan bizim diyâra
Hafik Espiye Zara Koyulasar
Hareketle hâlâ sallanır Niksar
Reşadiye Erbaa bir de Suşehri
Bitirdi bunları Allah’ın kahrı
Çarşamba Amasya Tokat Giresun
Hepsi yaslıdır gönülleri hüzün
Kazada kaymakam şehirde vali
Uyku yüzü görmez bütün ahali
Uykuda ölümü tadan dilberler
Hurdahaş olup yatan rençberler
Tatlı uykuda acı bir tipi
Gafil avlayan katil bir avcı gibi
Tarraka kopardı çıktı patırdı
Bir anda hep şehirleri batırdı
Mangaldan sobadan çıkan ateşler
Yakar cayır cayır insanı haşlar
Gümnamız her birinden daha acıdır
Bir de bu yangınlar canı acıdır
Ölenler bir değil on bin kişidir
İnim inim inler her kim işidir
Diri kalan varsa o da yaralı
Dermanları yoktur baları belalı
Kimi çarpılmışdır kimisi sersem
Kimi şaşırmış bir akıllı desem
Yaralılar sızlar hastanelerde
Anam babam kardeşlerim nerede
Kızgın sular çıkmış dalar kavuşmuş
Yollar kapanmış kayalar uçmuş
Bu kadar felaketin var mıdır yeri
Kimdir sallayan bu koca yeri
Firkat pek acı derin bir yara
Ölene cereme çek var mı bir çare
Bu acıyı duyan coştukça coşar
Sana yardım için her millet koşar
Alama Erzincan alama zinhar
Altundan yapa bir cumhuriyetin var
Def olsun hareket sağ olsun İsmet
Olursa hakkıyla ediyor hizmet
Haydi bugün sana biz ağlayalım
Yarın biz kimlere bel bağlayalım
Hareket sancısı bizi eziyor
Bugün insan deli gibi geziyor
Bu hareket bizi sıkdıkça sıkar
Akıl zivanadan dışarı çıkar
Bir kimse var mı canından emin
Yarına çıkmayı kim eder temin
Kurtar ulu Tanrı sen Türkiye’yi
Düşmanlara ver sen bu fırtınayı
Hâlâ yas tutar bütün memleket
Gösterme bir daha böyle hareket
Bize ders olsun da böyle vesile
Hakdan yemeyelim ikinci sille
Mimarların göe çıkar ahı
İmdada yeti ey lutf-ı ilâhi
Bizi uyandırsın bu felaketler
Sızlattı yüreği bu musibetler
Sen ister çadır kur ister baraka
İster yakına git ister ırağa
Allah’ın dediği mutlak olur
Mukadder ne ise yerini bulur
Kaçarlık göçerlik ihtimali yok
Mülk kendisinindir kimsenin malı yok
Tanrının yok mudur her ite eli
Tabiat yapıyor diyenler deli
Tabiat dediğin ateş su toprak
Dime ki bunlar da Tanrı’ya ortak
Yaradan değil mi o tabiatı
Atatürk’e veren o cesareti
Yakmayı ateşe batmayı suya
Vermiş de kendisi girmiş pusuya
Kaldıran indiren bindiren o
İnsan sana koşar arada fark bu
Tabiata koma Allaha yalvar
Aman Yarab dünya bize oldu dar
Kullar azmadıkça Halık yazmamış
Memurlardan baka var mı azmamış
Hırpalanır daim nefsine uyan
Her şeyden gerü müdür gafil uyuyan
Ey ulu Tanrımız ey rahmeti bol
Kulların şaşırdı sen göster bir yol
Hareketten hala yaslıyız yaslı
Erzincan ibretdir uyan Sivaslı (1940/7/10)
Erzincan’a Ağıt isimli manzume Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrilerek verilmiştir. Yazmanın istinsah kaydının 1940 tarihine işaret etmesi ifade edilen eserin Celâlî’ye ait olup olamayacağı konusunda problem oluşturmaz. Söz konusu ağıtının şairimizin ölümünden (1915) sonra yazıya geçirilmiş olduğunu düşündürür. Ancak manzumenin 145., 113., ve 114. mısralarında Atatürk’ten, İsmet Paşa’dan, cumhuriyetten söz edildiği görülmektedir. Bu noktada ağıtın 1939 Erzincan depremi ile ilgili olup olmadığının, bu durumda da Celâlî’ye ait olup olmadığının tartışılması gerekir. Manzumenin başlığı “Erzincan’a Dair Manzumeler, Celâlî Baba’nın Suzili Manzumesi”dir. Bu yüzden manzumenin 1888 Erzincan depremi için Celâlî Baba tarafından söylenen bir ağıt ve 1939 Erzincan depremi ile ilgili olarak bir başka şairin söylediği ağıtla birleştirilmiş olduğu ancak müstensihin ikinci bir başlık koymadığı fikri uygun düşer. Belli bir kısmı Celâlî’nin 1888 Erzincan depremi ile söylediği bu manzumenin (özellikle 112. mısraya kadar ), belli bir kısımdan sonrası da (özellikle 113. mısradan sonrası) muhtemelen bir başka şaire ait olmalıdır. Muhtemelen de bu şair, manzumenin son mısrasından da anlaşılacağı üzere “Sivaslı” mahlasını kullanmaktadır. (Serhan Alkan İSPİRLİ (Volume: 3 Issue: 12 Summer 2010)Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Bayburtlu Celâlî’nin, Tortum Destanı ve Erzincan’a Ağıt Manzumeleri).
1939 Erzincan Depremi’nden bir görüntü

KARA HABER”
1939 Erzincan Depremi Türkiye’nin toplumsal hafızasında derin izler bıraktı. Depremin ardından şiirler yazıldı, ağıtlar söylendi, onbinlerin acısı Türk milletinin hafızasından silinmedi.
Örneğin; Büyük usta Nazım Hikmet, deprem üzerine “kara haber” adlı bir şiir kaleme almıştı. Nazım Hikmet, eski bir Erzincan türküsü olan; Erzincan’da bir kuş var Kanadında gümüş var dizesinden yola çıkarak yaşanan acılara bir çığlık oldu. O şiirin ilk bölümü şu şekilde:
Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş yok
Gitti yarim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
Karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasında kimler ağlasın
…
ARİX
Erzincan Depremi’ne yakılmış bir ağıt da Sivas/Madımak’ta kaybettiğimiz Hasret Gültekin’in deprem bölgesine gidip derlemesini yaptığı olan Arix eseri. Aynı depremde Sivas İmranlı’nın Sarun (Arix) köyünde yitip giden iki kardeş için eylenmiş ağıt, yerle bir olan evlerin ortasında, kalanların ölenlerden daha az olduğu o kıyamet zamanlardan bize sesleniyor. Depremin gece sularında ansızın meydana geldiği söylenmektedir. Sadece insanların değil hayvanların da göçük altında kaldığı söylenmektedir. Arix köyünün yapılarını taş ve çamurdan olması can kaybını arttırmıştır.
Türkçesi:
Arix dedikleri Sarun köyünde
Deprem olduğu sene
İki yüz üç yüz mezar açıldı anne
De lê lê lê
De lo lo lo
Ay doğdu
Dolunayla
Kör olasın iki oğlun iki kızın
Biri bile damat-gelin olamadı
Kapının başındayken.
MAHKUMLARIN FEDAKARLIĞI
Bu yaşanan felaketlerde her kesimden inanılmaz güzel davranışlar da görülmüştür.
Şehirde neredeyse ayakta kalan yapı yokken tahmin edebileceğiniz gibi cezaevi binası da depremde ağır hasar görür. Açıkta kalan mahkumlara dönemin Erzincan Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal şu tarihi cümlelerle seslenir:
“Sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bırakacağım. Aranızda civar köylerden olanlar varsa iki günlüğüne köylerine gidip, ailelerini görebilirler. Ancak bir koşulum var; hiçbiriniz kaçmayacaksınız. Canla başla çalışacaksınız. İşimiz bitince cezaevine döneceksiniz.”
Mahkumlar her sabah depremin yaralarını sarmak üzere çıkar ve akşam tekrar döner. Savcı tarafından cezaevinde her akşam sayım yapılır. Dördüncü Umumi Müfettişlik çektiği telgrafta, mahkumların bin kişiyi kurtardığını yazar. Mahkumların bu iyi niyeti ve fedakarlığı dolayısıyla TBMM’ye özel af içeren bir kanun teklifi verilir, mahkumlar ödüllendirilir. (https://tgb.gen.tr/serbest-kursu/buyuk-erzincan-depreminin-toplumsal-hafizamizdaki-izleri-27736)
Metin Çetinkaya ve R. Mustafa Temiz’in hazırladıkları “Erzincan Ağzı” kitabı 1995 yılında, örnek çalışmaları ile dikkatleri çeken Erzincan Valisi rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nun önsözü ile Erzincan Belediyesi tarafından bastırılmıştır. Yerel yönetimler için örnek olması temenni edilen eserdeki 256 sayfada yer alan, 150‘nin üzerinde halk şairine ait ağıt ve destanlar,13 Mart 1992 Erzincan depreminde halkımızın yaşadığı gerçekleri, acıları, duyguları halkımızla paylaşmaktadır.
Bu eserdeki şair Muhittin Özel’in “Güzel Erzincan’ı Vurdu da Gitti” şiirinde ifade ettiği gibi:
“92 Yılı on üç mart günü
Azrail pençesin vurdu da gitti
Erzincan’ı acı matem bürüdü
Kadın, çoluk-çocuk demeden gitti
Viraneye döndü o güzel vatan
Görünce, feryadı çekiyor insan
Esnafın elinde kalmadı dükkân
Bakkalı esnafı vurdu da gitti
Görünce dinmiyor gözümün yaşı
Bu felaket, zalim feleğin işi
Zehir oldu içimize depremin aşı
Cenneti virane çevirdi gitti
İçim kan ağlıyor gözüm yaşardı
Cennet Erzincan’ın rengi sarardı
Atadan, dededen acep kim kaldı
Akraba ecdadı aldı da gitti.
1992 depreminden önce 1939 yılında yaşanan büyük Erzincan depremini anımsatan şair Durmuş Kaya “Otuz dokuz Anıları” şiirinde şöyle söylemektedir:
“Her yere kuruldu çeşit çeşit çadırlar
Tekrar hatırlandı 39’daki anılar
Çiçeklerden bal toplamaz oldu arılar
Gitti kefensiz yavrular
Şiirler yazıldı, ağıtlar yakıldı adına
Yine kefensiz şehitler kattın toprağına
Sahip çıkalım şehitlerin geride bıraktığına
Yüceltip de can katalım Erzincan’a.”
ERZİNCAN (SAM DEĞMİŞ)
Sam değmiş de bağlar dökmüş gazeli
Hanı harap olmuş Keşan Erzincan
Nice yiğitleri nice güzeli
Feleğin toruna düşen Erzincan
Kimi ana vermiş kimisi baba
Nice yavru vermiş gelmez hesaba
Felek kor insanı ne kaptan kaba
Tarihli felaket nişan Erzincan
Bahar gelir güller açmaz bağında
Kainat uykuda hep yatağında
Bir seher vaktinde uyku çağında
Feryadı dağlardan aşan Erzincan
Susmuş bülbülleri güller perişan
Garkolmuş toprağa kalmamış nişan
Kükredikçe dalgalara karışan
Hani Fırat ile coşan Erzincan
Dokuz kırk altıda uğradım gördüm
Veysel der içimden ağladım durdum
Bu ulu Tanrı'dan isteyin yardım
Gayret kuşağını kuşan Erzincan
Aşık Veysel Şatıroğlu (https://www.antoloji.com/erzincan-sam-degmis-siiri/)
Bu depremden 53 yıl kadar sonra 1992 Depremi ile ilgili ağıtlar da gidenlerin ardından yürektekilerin yansımasıdır.
“Erzincan yüreğim yaktı dağladı
Sel oldu gözümün yaşı çağladı
Sana yedi cihan ağladı
Erzincan, Erzincan, güzel Erzincan…” (https://sonsoz.com.tr/deprem-agitlari/ (Yahya Aksoy, 24 Ağustos 2017)
ERZİNCAN’DA DEPREM
On üçü günlerden, doksan iki Mart
On dokuz yirmiye gelince saat
Depremin elinden yedik bir tokat
Kimileri öldü, kimisi sakat
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Herkes şaşkın oldu duruldu kanlar
Bu afeti ancak yaşıyan anlar
Yıkıldı binalar ezildi canlar
Yuvasız dışarda kaldı insanlar
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Kimiler ağladı, kimiler dondu
Nice apartmanlar harabe oldu
Hastaneler birden cenaze doldu
Hastalar bahçede çadıra kondu
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Teravih zamanı, yokladı felek
Kalmadı tahammül, dayanmaz yürek
Olacağı varsa, nereden bilek
Nasıl edek bizler, nereye gidek
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Bütün şehri yasta, hem de köyleri
Şaşırdı yoksulu, hem de beyleri
Ağlattın kötüyü, hem de eyleri
Allah’ım vermesin böyle şeyleri
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Yanmıyor ışıklar, sular akmıyor
Yaralıya doktor, dönüp bakmıyor
Çapulcular efe, polis takmıyor
Ağlıyor Erzincan sesi çıkmıyor
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın
Aman göz yummayın oluyor talan
Herkes bunu yapmaz olmasın yalan
Evladın kaybedip saçını yolan
Kalmadı depremden nasibin alan
Deprem Erzincan’ı fena salladın
Yıktın yuvaları nedir muradın.
Necmi Uçar (1992) (https://www.antoloji.com/erzincanda-deprem-siiri/)
AĞIT
Teller iletmez haber, direkler devrileli
Kara habercidir göklerde kuşlar görüleli.
Anam, bacım yok içinde, neremdir yareli?
Adapazarı Erzincan oldun, türkülerdesin;
Bir bahar akşamında ölün, yüreklerde yasın,
Şahan mı vurdu kolun, yaralı turna mısın?
..........
Enver Gökçe (https://www.antoloji.com/agit-361-siiri/)
AH ERZİNCAN’IM
Onüç Mart, ramazan teravih vakti,
Müminler sel gibi camiye aktı,
Şehir secdelerle yıkanacaktı,
Yıkılarak viran oldu Erzincan,
Gül idi, sarsıldı, soldu Erzincan.
Binalar yıkıldı, kurudu bağlar,
Gözyaşı dikmekte bulutlar, dağlar,
Fırat coşkun Fırat, hüzünle çağlar,
Ah ü figanlarla yandı Erzincan,
Çileye boyanan candı Erzincan.
İçli bir ağıtı yaktı Şelâle,
Tutuştu yürekler, Erzincan ile.
Günler gece oldu, geceler çile,
Ah derim, yanarım, canım Erzincan,
Kurudu: gözyaşım, kanım Erzincan.
Kimi vefat etti, muhtaç duaya,
Kimi hasret kaldı, ana babaya.
Yüzlercesi birden Terzibaba’ya,
Beyaz kefeniyle girdi Erzincan,
Yüklendi; acıyı, derdi Erzincan.
“Erzincan’da bir kuş...” kolu kanadı,
Kırılmış, göklere çıkar feryadı,
Yanık bir destandır, Erzincan adı,
Adın acım, dört bir yanım Erzincan,
Dualar seninle canım Erzincan.
Rıfkı Kaymaz (https://www.antoloji.com/ah-erzincanim-siiri/)
BAŞBAĞLAR YÜREK AĞLAR
“5 Temmuz 1993’te Erzincan Başbağlar’da Şehit Edilen 33 Masumun Ruhaniyetine”
Şehadet ışığıyla mor dağların ateşi
Uyandı ölü gece şehit düştü kardeşi
Kan kustu kara kâfir Erzincan göklerine
Bin lanet okuyalım terörün köklerine
İhanet çemberiyle zaman akar aynaya
Bir temmuz gecesinde şehit bakar dünyaya
Bin yılın ötesinden kin tutar itin soyu
Mühürlenmiş kalbiyle Zerdüşt'ün çağdaş boyu
Çoluk çocuk demeden acımadan vurdular
Vicdanı yitirmişler kalleş tuzak kurdular
Başbağlar yürek ağlar hangi kitaba sığar?
Gözü dönmüş mahluklar her yerden ölüm yağar
Kapkaranlık gecede köyü yakıp yıktılar
Kan, gözyaşı ve zulüm ateşini yaktılar
Gözyaşı sel olunca diyarı can Erzincan
Her eve ateş düştü nasıl dayansın insan?
Her masumun günahı kan tutar soylarını
Rabbim Kahhar adıyla yaksın alaylarını
Başbağlar yürek ağlar gözyaşı durmaz çağlar
Diyarı can Erzincan acı karalar bağlar
Kızardıkça şafaklar alev almış yanıyor
Ufuklar perde perde açıldıkça kanıyor
Başbağlar yürek ağlar devrildi yüce dağlar
Diyarı can Erzincan buna dayanmaz sağlar
Tarık TORUN (03.07.2016) MEB/YEĞİTEK (https://www.antoloji.com/basbaglar-yurek-aglar-siiri/)
AĞIT
Bu gün bin dokuz yüz yıl doksan iki,
Ey Allah’ım zor hükmüne dur eyle.
Mart ayına girdik ağır kış yükü,
Yüce Rabbim kar dağını yol eyle.
Çığ felaketinde dondu kanımız,
Kömür ocağında yandı canımız,
Erzincan da tazelendi anımız,
Yüce Rabbim sabrımızı bol eyle.
Bu nasıl çığ bitmez ardı arkası,
Düşen donmuş kan akıtmaz yarası,
Yol kapanmış uzak mıdır arası,
Yüce Rabbim bizi güçlü kul eyle.
Yer yarıldı dağlar koptu yerinden,
Yol savruldu vurdu dipten derinden,
Büyük küçük çıkamamış evinden,
Yüce Rabbim gönlümüzü yol eyle.
Erzincan, Erzincan, gazi Erzincan,
Daha dün kurmuştun yeni saray, han,
Al kanlar içinde çırpınırken can,
Yüce Rabbim cennetine gel eyle.
Yıllar yılı kan ağlıyor Balkanlar,
Karabağ’da akar oldu al kanlar,
Nerde üç kıtada at koşturanlar,
Yüce Rabbim yurdumuzda kal eyle.
Pek çok canlar yaktı kömür ocağı,
Yoktur yetimlere baba kucağı,
Beysiz kaldı hanelerin bucağı,
Yüce Rabbim filizleri dal eyle.
Yedi kat yerlerden ekmeğin aldı,
Kelle koltuğunda ölüme daldı,
Yetim yavru, dul eş durup ağladı,
Yüce Rabbim zehrimizi bal eyle.
Yurdumda Ermeni bir baş belası,
Çıksın Karabağ’dan bu yüz karası,
Türk kokuyor adım adım orası,
Yüce Rabbim dillerini lal eyle.
Derdimi tazeler terör olayı,
Kör olası P.K.K’nın alayı,
Ey Allah’ım yok mu bunun kolayı,
Yüce Rabbim zulmün ile zül eyle.
Bir yanda, terörist bir yanda çığ var,
Gideceğim desem yolumda ağ var,
Sağımda, solumda mayınlı dağ var,
Yüce Rabbim tufanımı yel eyle.
İndi başımıza hançerden bir ok,
Koşayım diyorum hiç dermanım yok,
Katından gelene isyanımız yok,
Yüce Rabbim sabrımızı gül eyle.
Terör başı derler bir it ürüyor,
İnsanlıktan uzak insanım diyor,
Dünya âlem bu caniyi görüyor,
Yüce Rabbim kudretinle hal eyle.
Milletimizin başı sağ olsun. Yıl, bin dokuz yüz doksan iki de yazmışım bu şiiri. Dünden bugüne hep aynı acılar, aynı feveran, değişen bir şey yok. Yine aynı şeyleri yazıyoruz terör, deprem, Ermeni, Yahudi Allah her türlü afetlerden korusun vatanımızı, milletimizi. Erken gelen kış hayır getirsin başımıza inşallah. Rabia BARIŞ
ERZİNCAN DEPREMİ 1993
Toprağını ufalayıp eledin
Harmanlayıp çamuruna beledin
Afetini neden burada denedin
Feryadına dayanılmaz Erzincan.
Kahpe felek kırdı tutan kollarım
Geçilmiyor asvalt olan yollarım
Çığlık atar yer altından güllerim
Savruluyor tufan gibi Erzincan
İftarına ramak kala gürledi
Candaşlarım sokaklara fırladı
Yuvasında kalanları sırladı
Can çekişir afetiyle Erzincan
Dış ülkeden dostlar yardıma gelir
Depreminde niceleri can verir
Bunu duyan dostun elleri erir
Senin bu günahın nedir Erzincan?
Felek bunu bana niçin yaparsın?
Oruçlu ağzımı nasıl kaparsın?
Senin dinin yok mu neye taparsın?
Memleketim şen toprağım Erzincan.
Abdullah Çağrı Elgün (https://www.antoloji.com/erzincan-depremi-siiri/)
ERZİNCAN AĞITI
Etrafını sarmış dumanlı dağlar
Ötmüyor bülbülleri veran olmuş bağlar
Elleri koynunda analar ağlar
Yavrumu geri ver Erzincan
İçinden akıyor Fırat’ın çayı
Ok çıktı bir kere neylesin yayı
Acı haber sardı bütün dünyayı
Her yerde konuşur diller Erzincan
Senin o hayalin gözümden gitmez
Sanki çektiğin bu çileler bitmez
Sönmüş ocakların dumanın tütmez
Her yanın veran olmuş Erzincan
Semada dolaşır ecel kuşları
Aldı götürdü kocaları gençleri
Yan yana dizilmiş mezar taşları
Bağın bahçen talan olmuş Erzincan
Ali CAN’dan sorun bizim elleri
Susmuş konuşmuyor dilleri
Karalar giymiş ağlar gelinleri
Yarimi geri ver Erzincan.
Ali Can (https://www.antoloji.com/erzincan-agiti-siiri/)
AYLARDAN MART GÜNLERDEN CUMA
Yıl 1992
Aylardan Mart, Günlerden Cuma
Bir zelzele kopuyor Erzincan’da
Ve sallanıyor bir beşik gibi
Halk mağdur, halk perişan, halk çaresiz
Damlar çökük, evler yıkık ve harabe
Tarih olmuş Erzincan, bu yıkık haliyle
Ve ağıtlar boşanır hep bir ağızdan
Gözyaşı döküyor, yetim kalan çocuklar.
Aylardan Mart, Günlerden Cuma
Bir zifiri karanlıktır Erzincan o gece
Cehennemi andırıyor insanlar işkencede
Kim bilebilirdi ki zaman değişecek
Erzincan denilen yer hepten çökecek.
Aylardan Mart, Günlerden Cuma
Ağlıyorum, sızlıyorum bütün gece
Acizliğime esir kaldım sadece
Hislerime yenildim o gece
Yıkıntılar arasında
Kimi oğlunu arıyor, kimi babasını
Kızını, dayısını, yengesini,
Ben ise bu halimle hepsini
Ve bu anda oğlunu arayan
Bir babanın feryatları geliyor kulaklarıma
Kahroluyorum…
Ağlamaktan kendimi alamıyorum.
Aylardan Mart, Günlerden Cuma
Her düşünüşümde bu zamanı,
Bir hal oluyorum
İşkenceye çekiliyorum.
Erzincan, o koskoca şehir,
Yıllar geçti düşlerimdesin
Hala o eski halinle misin?
Nurettin BÜYÜKBAŞ (https://www.antoloji.com/aylardan-mart-gunlerden-cuma-siiri/)
Yüzlerce değil, binlerce destanlara ve ağıtlara sığmayan acılar yaratan depremler için, durmadan gelişen bilim ve teknolojinin ışığında ve aklın emrettiği tedbirler gecikmeden alınmalıdır. Devletin birinci görevleri arasında yer alan sürekli tedbirlerle birlikte halkın da bilgi ve bilinçle demler konusunda hareket etmesi önem kazanmaktadır. Depremlerin acı sonuçlarının, devlet ve halkın ortak çalışması ile önlenebileceği unutulmamalıdır.
Kaynakça/References
Bali, Muhan (1997) Ağıtlar. Ankara: KTB Yayınları.
Çetinkaya, Metin ve R. Mustafa Temiz (1995) Erzincan Ağzı. Erzincan Belediyesi Kültür Yayınları.
Çiçek, Ali Ekber. Şu Yüce Dağları Duman Kaplamış (Türkü-Ağıt-Erzincan.)https://youtu.be/4TaxYCzJUj0
Eşref, Aşık. Erzincan Depremi. https://youtu.be/7wvtnai9LGQ
https://www.antoloji.com/erzincan-sam-degmis-siiri/
https://tgb.gen.tr/serbest-kursu/buyuk-erzincan-depreminin-toplumsal-hafizamizdaki-izleri-27736
https://www.turkedebiyati.org/anonim-halk-siirinde-agit/
https://www.antoloji.com/ah-erzincanim-siiri/
https://www.antoloji.com/erzincanda-deprem-siiri/
https://www.antoloji.com/agit-361-siiri/
https://sonsoz.com.tr/deprem-agitlari/
https://www.antoloji.com/basbaglar-yurek-aglar-siiri/
https://www.antoloji.com/erzincan-depremi-siiri/
https://www.antoloji.com/aylardan-mart-gunlerden-cuma-siiri/
https://www.antoloji.com/erzincan-agiti-siiri/
İspirli, S. Alkan (Volume: 3, Issue: 12 Summer 2010) Bayburtlu Celâlî’nin Tortum Destanı ve Erzincan’a Ağıt Manzumeleri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Kara, Ruhi (1993) Erzincan Ağıtları. Ankara: KTB Yayınları.
Kılıç, Meryem (Kasım-Aralık 2016) Kalabalık Bir Odada, Karabatak drg., S. 29, s.72-73)
Küçük, Mustafa. Erzincan Depremi. https://youtu.be/CpU84RNNkoc
Ulukütük, Mehmet (Kasım-Aralık 2016), Ahir Zamanlarda Felsefe ile Edebiyatın Ölüm Üzerine Ağıtları, Karabatak drg. S. 29, s.50-52
Yıkılan Yurda Ağıt: https://youtu.be/VhdPnylupJk (1940 Taş Plak Kaydı | 1939 Erzincan Depremi)
[1] https://www.turkedebiyati.org/anonim-halk-siirinde-agit/